Bişrev

SÜVEYDA

Ersin Niyaz

11/1/202424 min read

Selimiye küçük bir kasabaydı, Mustafa kimseyi tanımasa da herkes birbirini tanırdı. Orada başladı yaklaşık bir ay devam edecek olan hoş geldin rutini. Aslında insanlar sıradandı, pek hoş görünmeyenleri de vardı. Ama Mustafa herkesi hoş buldu. Ve bekledi köye gidecek vesaiti. Akşam üzeri vardı eve. Anne ve babası beklemede. İlk o gün fark etti zamanın insanları eskittiğini. Babasının yüzündeki kırışıklıkların belirginleşmeye, annesinin saçına aklar düşmeye başladığını. Herkes yaşlanır, herkes her gün aynaya bakar ve aynalar yaşlanmayı yasal kılardı. Yaşlanmanın evrimi yeteri kadar hızlı olmadığından sadece uzun zaman dışarıda kalan fark ederdi bulduğu insanların bıraktığı insanlar olmadığını. Mustafa’ya da öyle oldu. Eve dönmenin mutluluğu yaşlılığa takıldı. Bu öyle bir etki yarattı ki ondan sonra artık altı ay için çalışmaya gitse dahi vedalaşırken hep aklında “gene yaşlanacaklar” düşüncesini taşıdı. Ve bu da askerliğin son öğretisiydi. O yüzden artık kimse ile kırgın kalmıyor, sevdiklerini sadece seviyordu. Çünkü yaşlanmak sevimsiz olsa da bekleyenin öldüğü gerçeği kadar tatsız değil.

“Askerden gelen kırk gün deli gezer” derlerdi oralarda. Yani birkaç hafta kendi haline bırakırlardı. Babası “yaptıysan devlete yaptın, bana mı yaptın askerliği” der gibi ertesi günü için Mustafa’yla plan yaptı. Yapılacak işler vardı.

Üç gün sonra doğum günüydü. Kutlamazdı öyle şeyleri, ona göre gereksiz bir aksiyondur. Ama birisi için öyle değildi. Eski bir defterin yeniden açılan ilk sayfası gibi bir kutlama mesajı ile başladı gün.

Son haberleşmelerinin üstünden yaklaşık bir yıl geçmişti. Belki merhametten belki vicdan muhasebesinden askerde iken Mustafa’yla tekrar iletişime geçmiş, halini hatırımı sormuştu Beren. 8 Şubat 2011 günü doğum günüydü, vesileyle tekrar yazdı. Tek düze bir doğum günü mesajıydı. “Doğum günün kutlu olsun Mustafa. Hayatta hep mutlu ol”

Üç gün sonra 11 Şubat 2011 günü Mustafa ona şu mesajı yazdı. “Benim için önemli bir konuda yardımına ihtiyacım var kabul edersen senin seçtiğin bir yerde ve zamanda seni bir çay içmeye davet etmek istiyorum. Cevabını bekliyorum

Niyeti bir yüzük ile gitmek ve evlenme teklif etmekti. Zaten ilişkileri ilk başladığında da ona açılmasının sebebi “hayır benim sende gönlüm yok” desin ve bu konu kapansın diyeydi. Fakat Beren “evet” demişti. Ve o konu bir daha hiç kapanmadı. Şimdi ise niyeti bir yüzük ile önünde diz çökmek ve kulaklarıyla o “HAYIR” cevabını duymaktı. Oradan alacağı güç ile hayata tekrar tutunmayı planlamıştı. Ertesi günü “Hm tamam olur buluşuruz, ben haber ederim sana” dedi Beren. O haberin gelmeyeceği aşikardı. Mustafa gene de üç gün bekledi.

25 Şubat’ta artık beklemenin bir sonuca varmayacağı kanaatine vardı. Başka bir yol düşünmek gerekiyordu. Ve yazmaya karar verdi, anlatmaya içinden geçenleri. Zaten başka bir şey de yapabilecek durumda değildi. Askerden geleli yirmi gün olmuş, daha tezkere bile almamıştı. Aklına düşen her fikir saçmalık eleğinden geçemiyordu. Yapabildiği yegâne şey saçmalamaktı. Yazmak mantıklı olan tek seçenekti.

Yazdı;

Gelmeyeceğin, görmeyeceğin aşikâr. O zaman ben anlatayım sen dinle. Ama sadece dinle. Soru sorma. Yorum katma. Ki aklım karışmasın. Bunları sana değil benliğinin beni istemeyen, bana hayır diyen tarafına yazıyorum. Hayatımın senle ilgili olan bu evresinde ihtiyaç duyduğum yegâne duyguya, yani benden nefretine. Sözüm o yanını yanıltıp mutluluğa sevk etmesin, bende değişen bir şey yok. Lakin akıp giden hayatta senin yükünle doluyken bir başkasını kaldıramıyorum. Ama lütfen bana kırılma. Bundan yakındığımı da düşünme öyle bir şey asla söz konusu olamaz. İşte seninle görüşme isteğimin nedeni de buydu. Kendim için olmasa da başkaları için yaşamam gereken hayatımda o başkalarına yer açmam gerek. Bunun için yardımına ihtiyacım vardı. Diyeceksin ki “Ben ne yapabilirim”. Ben yıllardır düşünüyorum ve ancak şu kanıya varabildim. Sen ve ben bitirirken yanlış bittik. Ne söylenmesi gerekiyorsa göz göze söylenmeliydi. Tabi ki şimdi sana hadi gel şunları bir de yüz yüze söyleyelim diyecek değilim. Sadece yazdıklarımı oku ve sil. Bu gibi dışa vuruşlarımı birkaç kereye mahsus bu yolla sana iletme niyetindeyim ve sonra da gideceğim. Umarım bir şeyleri sana anlatmış olmanın rahatlığı bana yardımcı olur. Bu günlük bu kadar yeter. Zaman ayırıp okuduğun için teşekkür ederim.

Artık bir planı vardı. Bu işten arınmanın yolunu kafasında bulmuştum. İçinde ne var ne yok döküp temizlenecekti.

Her gün yazmanın doğru olmayacağını düşünerek iki gün aralarla yazmaya başladı. Periyodik olarak gönderdiği bu notlara geçmeden önce bu hikâyenin en başına gitmekte fayda var. Zira işin buraya gelmesinin sebebi hikâyenin başındaydı.

*

2002-2003 eğitim öğretim dönemi yeni başlamıştı. Mustafa sıradan, içine kapanık bir öğrenciydi. Bütün öğrenimi bu profilde geçmişti. Arkadaşlarının aksine inandığı başka değerler vardı. Sadece moda olduğu için ya da onların var benim de olsun mantığı ile bir kız arkadaş edinme niyeti hiç olmadı. Hoş böyle bir niyeti olsa da niyetten öte gidemezdi o günün Mustafa’sında. İki yıl boyunca bu şiar ile gitti geldi okula. Ekim ayının başlarıydı. İkinci katta bulunan sınıfın penceresinden dışarıya bakarken gözü birine takıldı. Bir daha da ondan alamadı gözünü. O gün gözüne bir ay ışığı tutuldu ve Mustafa bir daha dünyayı net göremedi.

Kimseye bahsetmedi önce. Bilmediği bir ilgi idi. Geçer diye üstelemedi.

Geçmedi. Her boşlukta onu aramaya başladı gözleri. Kimdi? Kimin nesiydi? Nerden gelmişti? Nereye gidiyordu? Ve en önemlisi gerçek miydi?

Saçları Mustafa’nınkilerden daha kısaydı. Ki Mustafa o zamanlar hem ergenliğin verdiği asilik hem de aynı ergenliğin getirdiği kendini beğenmeme hissinin geri döngüsü olarak gelen, kendinde eksik arama dürtüsünden normalden daha büyük olan kulaklarını açık etmemek için saçlarını uzun tutardı. O ise beyaz teninin üstünde kömür karası saçlarını sürdüğü kimyasallarla iyice parlatır, göz alıcı güzelliğine bir de ışık vuran bir kristalin parıltısını katardı. Yüzü hep gülümsemeye programlı. Elleri narin ve küçük. Lakin olgundu, yaşının üstünde. O sene kızlara pantolon giyme serbestliği getirilmişti. Bir pantolon bir insana bu kadar yakışabilirdi. Sanırsınız yönetmelik onun için değişmişti.

Gerek ona yüklediği artılar gerekse kendisinden kestiği eksilerden mütevellit iyice umutsuzluğa kapılmıştı Mustafa. Hoş umutsuzluğa kapılmak için önce umut etmek gerekirdi. O hiç umut bile etmemişti. Ama artık kendi kendine yaşadığı bu duygu taşınmaz olmuştu. Midas’ın berberi misali birilerine bunu haykırması gerekiyordu. İki yıldır yediği içtiği ayrı gitmeyen sıra arkadaşı Durmuş’a durumu anlatmaya karar verdi.

Anlattı; Durmuş Mustafa’yı hiç şaşırtmayacak bir şekilde kısa sürede kızın hakkında birçok bilgi edindi. Bilgisayar bölümünde okuyan ve okul birincisi olan bir kıza tutulmuştu Mustafa. Evet, artık konuyu kapatabilirdi. Bu kendi kendine gelin güvey olmaktan ileri gidemezdi.

Geçen zamanda tarih Kasım ayının ortalarına kadar gelmişti. Bu illet histen kurtulmanın tek yolu bir HAYIR cevabıydı. O “Hayır” diyecek ve Mustafa kendisini teselli edip konuyu kapatacaktı.

Oturdular Durmuş’la bir plan yaptılar. Durmuş’un kız arkadaşı esas kızı tanıyordu. Ebru Mustafa’nın adına gidip konuşacak “Mustafa seninle özel bir konuda konuşmak istiyor” diyecekti. Esas kız da “benim tanımadığım bir çocukla konuşacak neyim olabilir” diyecek ve konu kapanacaktı. Zira ellerinde bunu destekleyen, birçok veri vardı.

Durmuş’un kız arkadaşı konuşmaya gittiğinde Mustafa da bütün benliğini gelecek ‘hayır’ cevabına hazırlamıştı. Sonunda haftalardır içini kemiren bu saplantıdan kurtuluyordu. Ebru “Tamam çıkışta konuşalım dedi” cevabıyla geldi.

Nasıl yani? Şimdi ne yapacaktı? Bu seçeneği hiç hesaplamamıştı. Hani o rüyalarda çıkan ihtimallerin umudu bile yoktu içinde. Ama hayatta gerçekler çok nadir de olsa rüyaları dahi kıskandıracak güzellikte olabiliyordu. Mustafa o gün ömrünün en uzun gününü yaşadı.

Akşam oldu, çıkış zili çaldı. Koşar adımlarla onun konuşalım dediği yere giderken zihninde bütün gün söylemeyi planladığı cümleleri tekrar ediyordu Mustafa. O buluşma noktasına, çeşmenin önüne vardığında bırakın esas kızı, daha binadan kimse çıkmamıştı. Ömrünün en uzun bekleyişini de orda yaşadı Mustafa.

Kapıdan herkes çıktı bir esas kız çıkmadı. Bir o kaldı sanırsınız perdenin öteki tarafında. Bir yandan gelmesini bekliyor, bir yandan gelmemesini istiyor, bir yandan da dua ediyordu Mustafa “Lütfen dizlerim lütfen beni bırakmayın” diye yalvarıyordu; dizlerinin bağı çözüldü çözülecek, içimde bir depremler silsilesi.

En sonunda kapıda gözüktü. Artık buğuluydu dünya. Bir tek o netti ve o buğulu görüntüden bir elmasın netliğiyle yavaş yavaş ona doğru geliyordu. Beren öne eğik başını yukarı doğru kaldırdı. Göz göze geldiler. Bir gülümseme ancak bu kadar büyüleyici olabilirdi ya da bir insan oğlu ancak bu kadar büyülenebilirdi. Emin adımlarla Mustafa’ya doğru yürüyor her adımda biraz daha yaklaşıyordu. Mustafa her adımında biraz daha uzaklaşıyordu gerçeklikten. Beyninin dopamin göstergeleri patladı patlayacak.

Şaşılacak şekilde Mustafa hala uyanmamıştı.

“Merhaba” dedi Beren.

Merhaba!

Önüne geleni içine katıp, alıp götüren bir sele teslim olur gibi teslim etti kendini o merhabaya Mustafa. Artık ruhunun zirvelerinden aşağı bir “merhaba” düştü, bir merhabaya bin kattı o merhaba, çığ oldu indi gönlüne. O akıntı aldı götürdü Mustafa’yı, başladılar sabit bir yöne doğru yürümeye. Konuşmak ne mümkün. Dili lal, zihni kör Mustafa’nın. Beren başını öne eğmiş yanında yürüyor, mağrur ve mutlu. Göz ucu ile yüzüne baktı Mustafa, çehresinde hala aynı tebessüm.

O tebessümden aldığı cesaretle “Derdimi tekrar dile getirmemin gereği var mı?” dedi.

Bir an duraksadı “yok da” dedi Beren.

“Da” da neydi.

Çoktan karamsarlık bayrağını çekmişti Mustafa. Bu kadar saadet ona fazlaydı bile. Sonuçta bu kadar mükemmel bir insan uzaktan hayır diyecek değildi ya. Öyle ki yüz yüze hayır diyecekti nezaket gereği.

“Yok da” diye ikileyip devam etti. “Ben sana şu anda cevap veremem”.

Hayır demedi!

Hayır demedi!

“Evet” demesine ne gerek var ki zaten yanında olmak bahtiyarlık, aza kanaat tasavvuf. Burada bir evet israf bile sayılabilirdi.

Konuştular. Havadan sudan. Mustafa bir şairin de dediği gibi; ömrümün en uzun, en kısa yolunu yürüdü. Beren konuştu.

O ilk konuşmanın hafta sonu Mustafa kaldığı yurdun yakınlarındaki Ticaret Lisesi’nin futbol sahasında futbol oynayan arkadaşlarını izlemeye gitmişti. Bu ara sıra yaptıkları bir şeydi, herhangi bir ekstra durum değildi o gün için. Lakin o gün ekstra bir şey oldu.

Okulun kapısında Beren’i gördü. Kapıda kamer gibi parlıyordu yüzündeki gülümsemesiyle. Sanılır ki sadece Mustafa’yı gördüğünde konduruyordu o gülümsemeyi suratına.

Mavi bir bluzu vardı üstünde, küçük çiçek desenleri olan. Altında aynı tonlarda bir kot ve mavi deri ayakkabıları. Doğruca Mustafa’ya geldi. Belli ki oda Mustafa’yı gördüğüne sevinmiş ve şaşırmıştı.

Konuştular.

Artık cumartesileri nerde olduğunu biliyordu Mustafa. O günün kalanını yurttaki koğuşun yola bakan penceresinde geçirdi, niyeti bir anlık geçişini görmekti. Geçti. Geçmekle kalmadı selam verdi. Selam vermekle kalmadı kafeye gidiyoruz sende gelsene dedi. Gitti ama içeri girmedi Mustafa. İçeri girse para harcamak gerekecekti lakin onun cebinde sadece eve gidiş yol parası vardı. Mustafa oldu olası harçlığı ilk günde bitirip sonra bitin hafta çulsuz gezen çocuklardandı. Sonra çok güldüler bu anıdan ötürü. Hoş son arabayı kaçırıp eve de 10 km yürümüştü o gün. O para gene cebinde kalmıştı Mustafa’nın.

Ertesi cumartesi 30 Kasım 2002 gene aynı pencerede, gene onu bekledi Mustafa.

Geçti. Bu sefer Mustafa onu davet etti. Gittiler. Karşılıklı bir masaya oturdular Artı diye bir kafede. Saat öğlen 12:32 geçiyordu. “Hatırlıyor musun?” dedi Beren, “Bana niyetini anlatıp cevabımı sormuştun, ben de şimdi buna cevap veremem demiştim” …

“Artık cevap verebilirim” dedi. Aslında hatırlıyor musun değildi doğru soru, hiç aklından çıktı mı diye sormalıydı Beren. Tebessüm etti Beren. Bu öyle bir tebessümdü ki sanki ay bir yüzünü ona vermiş de o sebepten bir yüzünü hep karanlık tutuyormuşçasına.

Soruyu tekrar sormama gerek var mı?” dedi Mustafa.

“Yok” dedi.

“Evet”.

Evet! ve başladı.

Devamında yaşanagelenler başka bir hikâyenin konusudur. Biraz acı çokça tatlı iki buçuk yıl geçti beraber.

*

2011 Şubat.

28 Şubat günü şu notu paylaştı;

Kusura bakma, ben sana haksızlık ettiğime karar verdim. Ben içimi dökerken sana “Aman sen bir şey deme, benim aklım karışır” demek bencillikti, özür dilerim. O yüzden sana bütün olayı bir hikayeymiş gibi anlatmaya karar verdim. İnsan hikayelere cevap verme gereği duymaz değil mi? Baştan söyleyeyim bu hikâyeyi kurgularken bir kitaptan ilham aldım, bu kapı fikri bana ait değil. Ama sadece kapılar başkasının arkasındakiler tamamen bana ait.

“Konu içimde kendime yaptığım rutin ziyaretler. 4 kapı ve her kapının ardında başka bir ben ya da benden bir parça var. Hikâyenin adı da Ben Kapıları.

Evet, verdiği kararı anlatmak o kadar kolay değildi Mustafa için. Devreye hikayeler, kapılar, kurgular girdi. Özünde anlatmak istediği gönülde olup bitendi. Ama hem hikâyeyi derine indirme hem de fırsattan istifade biraz daha fazla yazabilme umuduyla esas konuya gelmeden üç kapı arkasında üç küçük hikâye yazdı Mustafa.

İlk kapı Kuzey Kapısı. Kuzey ilktir. Pusula sadece kuzeyi gösterir. Bir Egoist için en ideal yaşam alanıdır. Kuzeyin kurgusunu ona şöyle anlattı;

İşte zihnimin karanlık dehlizlerindeyiz. Burası gene karanlık ve bir o kadar da karışık. Her yerde bir yol ayrımı, hangisi nereye gider hiç bilmiyorum. Umuyorum bir gün tüm bu yolların nereye çıktığını bilecek kadar kendimi tanıyacağım ama şimdilik en sık uğradığım kapıları bulmak için bir pusula kullanıyorum.

Bu sefer ilk, gösterdiği yere yani kuzeye gitme niyetindeyim. Orda içimdeki Egoist yaşar. Sadece onun bir ismi vardır bu çukurda. Alter diye seslenirim ona, Alter Ego! Lüks bir hayat sürer. Lüks dediğime bakma, onun standartlarında lüks. Bir minimalistin ne kadar lüksü olursa o kadar. Onda her şey ben merkezlidir. Hatta sırf ilk gösterilen olmak için kuzeyde oturur. Ama onun da kendince bir karizması vardır, ona saygı duyarım. Bir keresinde bana egoist kelimesini şöyle tanımlamıştı. "Erabet ve Güçlü Olasın ki İdeallerine Sımsıkı Tutunabilesin” … çaldım kapıyı. Görmekten mutluluk duyacağı tek insanı yani beni görünce sevindi. İçeri girdim.

Burada şunu belirtmeliyim, bu kapılar bir eve açılmaz bunlar daha çok tek oda benzeri yerlerdir. Ama bu odalardan da başka yerlere açılan başka yollar mevcuttur. O yolları bekçiler bilir ben bu odalardan ilerisine gitmem.

Masasında yeni kitaplar, belli ki batıdakine verecek. Kitapları görünce sevindim. Uzun zamandır aklımdaydı bazıları, okumak istiyordum. Yeni birkaç fotoğrafımı asmış. İçeri gidiyor ve o klasik soru… “Çay var içer misin?” Bilir ki cevap hep evettir ama bu soruyu ısrarla sorar. Çayları koyarken diline yeni dolanmış bir şarkıyı mırıldanmakta.

Biraz sonra elinde çayla içeri girip bardağı bana uzattı. “Sen içmeyecek misin?” dedim, “Sen içtiğinde zaten ben içiyorum” diye cevapladı. Güldük. Sonra dakikalarca suspus. Kalkmak istedim, tam çıkarken bir şeyler geveledi. Suspusluğun sebebi çıkıyor derken şu kesken alaka cümleleri kurdu.

“Güneydekini bilirsin, sevgi budalası bir arsız. Bu aralar sana gelip “İlla şartsa evlatlık edin” diyebilir. Bırak bu boş lakırdıları bir evlada sahip olacaksan senin kanından, senin canından olsun. Bizden bir parça var olsun. Biz olalım.” Dona kaldım. Ne demek bu şimdi durup dururken. Güney niye böyle bir şey desin, nereden çıktı bu?

Ona anlatmak istediği şeyleri böyle tasvir etmeye çalıştı Mustafa. Egoist bir yanının olduğunu aslında onu ayakta tutan yegâne tavrının kendisine olan tutumu olduğunu. Bunu göstermek için o egoist yanına Alter ismini taktı, hikâyenin devamında göreceksiniz ki sadece Alter özel bir isme sahipti. Diğerlerini de farklı sıfatlarla çağırdığı da oluyordu. Ama sadece Alter’e bir isim verme gereği hissetmişti hikâyeyi kurgularken. Bunun sebebini kendisi de bilmiyordu Mustafa. Belki de artık kendisini her şeyin önüne koyup biraz da kendisi için yaşamak istiyordu.

Bir gün sonra Batı kapısında yaşayan Lider yanını anlatmak için şu metni paylaştı Beren’le;

Batıdakine pesimist derim ara sıra. Aslında o kelimenin içini doldurmaz. Onun hayat stratejisi hep en kötüye hazırlanmaktır. O benim lider yanım. Onun sayesinde hep merkezde oldum bugüne kadar. Daha 16 yaşında, 5 kişilik bir gurup olarak gittiğimiz staj otelinde arkadaşlarım, işletme müdürü “Aranızdan birisini seçin sadece o konuşsun’ dediğinde Batı yüzünden ittiler beni öne. Benliğimin batıya dönük yüzüdür, o yüzden bu kapının arkasında oturur. Sadece kazanmayı sever, kendine ait olanı saklamaktır felsefesi. Hep öyle ilerler. Çaldım kapıyı, biraz bekletip öyle “Gel” dedi. Gizemli olmayı hep sevmiştir.

“Hayırdır? Sen köydeyken buraya uğramazsın”. Klasik bir cevap verdim. “Yo geçiyordum, bir bakamayım dedim”. Derken bir şeyler saklamakta olduğu şüphesine kapıldım. Zaten Alter’in anormal tutumu beni biraz şüpheci yapmaya yetmişti. “Ne oldu bilmediğim bir şey mi var” dedim. Sus pus oldu. Hayli zaman sonra “evlilik” dedi.

“Biliyorsun ben hep karşıyım bence yalnızlık özgürlük, sen özgür olmadan yapamazsın başka birisinin sorumluluğu seni yıpratır ama illa evleneceğim dersen yabancı eş alternatifini düşün derim” dedi. Dona kaldım. “Bu mevzuları kim buralara getirdi çok merak ediyorum” dedim ve kalktım. En iyisi ilk gitmem gerekip de sona bıraktığım, beni en iyi anlayan yere gitmek. dedim.

Evet son kapı güney kapısı. Diyeceksiniz ki “Diğer yöne ne oldu?” Zaten hikâye orada, doğu kapısının arkasında. Ama önce Güney.

2 Mart:

Burası güney kapısı, en sık uğradığım yer. Burada Bay Çapkın! oturur. Mağduriyetlerinden dolayı, onu kızdırmak için öyle derim ona. Nereye gitse bir aşığı çıkar, alçak gönüllüdür katı cümleler kuramaz ezilir büzülür. Bu yüzden o aslında içimdeki mağdurdur. Ayrıca içimdeki tek sosyal kişilikte kendisidir. Dedim ya sıcak kanlı olduğu için sıcak iklimde, güneyde yaşamayı sever. Ona geldiğimde hiç kapı çalmam, gerek duymam. İçeri girdiğimde oturmuş koltuğa, uzatmış ayakları, üzerinde forma, bir karış surat. “Ne o maç mı?” dedim. Kafa sallamakla yetindi. Dedim ya bütün dünya ona o sarı-kırmızıya aşık. Burada da iş bana düştü. Konuyu değiştirmek için ortalığa bir göz gezdirdim, meskende bir ölüm sessizliği. Sahir günlerde Güney’in evcil hayvanları bu sessizliği hep bozardı.

“Hayvanlar nerde?” dedim, içeriyi gösterdi. Allah allah anormal bir soğukluk. Sonra saksıdaki solan ortancayı gördüm, yanındaki ibrikten saksıya su dökerken içimi iyice bir huzursuzluk kaplamaya başladı. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu kesin. Karşısına oturup “Sorun ne” dedim gözümün içine bakarak; “Derviş” dedi. “Kapısını açmış…

Derviş! İşte hikâyenin esas oğlanı. Mustafa’nın aşık yanı. Nerdeyse 8 yıldır hiç görmediği olgun tarafı.

3 Mart;

Bu bir çocuğun en sevdiği oyuncağını kırdıktan sonra ağlarken babasının onu avutmak için “Olsun yenisini alırız” demesi gibi bir şey. Hiçbir baba fark etmez çocuk onu sevmiştir, yenisini değil ve o artık yoktur yani çocuk ağlamayı sonuna kadar hak eder. İşte kendi içimdeki çuvalladığım yer. Sevinmeli miyim, üzülmeli miyim? Bir yanda yıllardır görmediğim aşık yanım, diğer yanda yıllar önce yitirdiğim aşkım. İkisi birlikte gelmez bilirim. Gelemez. Ama hangisinden vazgeçtim? En çetrefillisi de bu. En ılımlı, alçak gönüllü yanım bile bu sorunun cevabını veremiyor. Karşımdaki koltukta sus pus oturuyor. Korktuğum cevabın olmaması değil. İllaki var ama hangisi daha korkunç? Bir daha âşık olamamak mı yoksa başka bir kadına âşık olmak mı? O lise penceresinde âşık olduğum kadını hiç tanımayan Güney bile bu cevaptan korkuyor. Ne de olsa daha toy, belki onlarcası ona tutuldu ama o daha bu duyguyu tatmadı. Ona kim geldiyse doğuya, gönlümün kapılarına gönderdi ama o kapılar hep kapalıydı. Şimdi gidip öğrenmek lazım, ne değişti?

Ama hangi cesaretle…?

4 Mart;

Ne garip insanın yıllardır gitmediği bir yola evinin yoluymuşçasına aşina olması. Hiç sapmadan doğruca doğuya, gönlümün kapılarına gidiyorum. Kapıdayım ama çalmaya cesaret gerek; ne diyeceğim, ne yapacağım, ne beklemeliyim? Tam bir bilinmezlik çıkmazı. Bu düşüncelerle çaldım kapıyı. Yavaş yavaş ağır aksak açıldı. Daha başlamadan çuvalladım. “Hiç değişmemişsin” diye başlamayı düşünürken hiçbir şeyin aynı olmadığını gördüm. Unutmuşum Derviş’in olgun yanım olduğunu, ben doğduğumda o 35’indeydi, şimdi 60’larında olmalı. Saçları hala uzun ama ak düşmüş hem de neredeyse yarısına, sakalı da uzun ama derli toplu, sağ kulağında gümüş bir küpe, sırtında da siyah bir ferace. Daha fazla dayanamadım sarıldım boynuna, başladım ağlamaya. Ne kadar geçti bilmiyorum. Omzuma dokunan bir elle irkildim. Karşımda bir yabancı, “sende kimsin burada ne işin var?” Daha o ağzını açmadan Derviş lafa karıştı. “O sensin. Nasıl; ben, kuzey bekçisi, batı bekçisi ve güney bekçisi senin bir parçansak o da senin bir yönün” dedi, gerisi soru cevap olarak devam etti.

Ben: Peki niye burada?

Derviş: Vekilimdir, artık doğu kapısının ve gönlünün bekçisidir.

B: Peki ya sen?

D: Benim inzivaya çekilme zamanımdır artık yüreğinde tutuşacak bu yeni ateşi besleyemem.

B: Tamam da bari gitmeden sorularımı cevapla, bunca senedir kapıları neden açmadın?

D: Kapıları ben değil sen kapattın ben sadece bana verilen emri yerine getirdim, bazı kararlar gönülde alınır, onlardan da ilk benim haberim olur, bu da seni duygularınla aldığın bir karardı; ben sadece uyguladım.

B: Eee şimdi bu ateş söndü mü, kapıların açılma kararı gene gönül tarafından mı alındı?

D: Hayır, böyle bir şey mümkün değil bu ateş sen var olduğun sürece yanacak. Bu mantığının bir manifestosu, senin ilerleyen zamandaki hayatına haksızlık etmemek için.

B: Tamam, peki şimdi ne yapacaksın, seni tekrar görebilecek miyim?

D: Tabi ki görebilirsin, ben buradayım ama sadece biraz derinlerde olacağım, senin bir emanetinle.

B: Görebilir miyim kalacağın yeri? Rahat edemem yoksa.

D: Tabi, takip et beni …

5 Mart;

Aşağılara doğru indikçe zihnim açıldı. Şimdi anlıyorum o lüzumsuz nasihatleri. Demek bu manifestodan en son benim haberim olmuş. Derken bir kapının önünde durduk. Ortamda mistik bir koku, içerden doğu tınılarıyla bezeli tanıdık bir nağme ama çıkaramadım adı ne. İçeri davet etti beni. “Ama dikkat et buradaki her şey varlığın için kutsaldır” dedi. Girdim içeri, tedirginim. Ortada büyük, sandık gibi bir şey. Üstünde siyah bir örtü. Örtülü olmasına karşın aralardan süzülen ışık hüzmeleri üstüne kristal serpilmiş edası oluşturmuş, mekânın loşluğundan faydalanarak boşluğunda ışık şeritleri çiziyorlardı. Bütün oda bu şavkla aydınlanıyordu. Derviş bu ne dedim. Derviş, “Bu senin emanetin. Sırça bir sandıkta saklı, burada kalacak”. “Peki neden örtülü?” diye sordum. “Bunun adına aşk derler evlat her fani buna çıplak gözle bakamaz, bunu gören bir daha başka bir şey görmez” diye cevapladı Derviş. Meskeni keşfe daldım. Bir duvar komple tablo. Genç bir kadın bir kapıda duruyor, bir çıkış kapısı. Kısacık kesilmiş saçları, teni kameri kıskandırırcasına beyaz. Yüzünde de değer verdiği bir şeyi görmemin sevinci ve şaşkınlığıyla taş çatlasa on yedisinde. Resme bakarken teraneye can veren müzik aleti aklıma geldi. Hangdrum. Parmakla çalınan bir metal enstrüman. Tam resmin karşısındaki duvara gözüm ilişti, annem ve babam. Aynı duvarda ablam ve kardeşim. Diğer duvar ise komple boş bir çerçeve, sadece içinde bir isim; “SÜVEYDA”. Derviş’e döndüm gayri ihtiyari, “Derviş bu kim?” Derviş “O henüz Urtuba’da bir melek. Senin gönlünde bir dilek. Bilmiyoruz gerçekleşir mi yoksa orası hep boş mu kalır. Lakin kesin olan tek şey onun adına bunca karar, bu curcuna. Onun için alındı bu kararlar, o var olsun diye geçtik kendimizden ve o var olursa bulacağız kendimizi yeniden.” Sorgulamıyorum ne dediğini, bilirim ki Derviş’i anlamak uzun zaman alır. Şimdilik ne dediğini unutmasam yeter. Devam ettim bakınmaya. Meskenin değişik yerlerinde değişik objeler var, hepsine dikkatli bakmadım, anladığım üzere burada sadece değer atfettiklerimi sembolize eden nesneler mevcut. Bir heykel, sandığın yanında duran bir kitap ve daha küçük nesneler. Sadece bir kazığa monte edilmiş bir levha var, üzerinde bir harita çizili. Onu bilemedim neye temsilen burada. Onu da zaman gösterir illaki. Ve en son dikkatimi ilk gördüğüm genç kadın resmine iliştirilmiş bir not çekti; “Her şey yapılabilir bir beyaz kağıtla” diye başlıyor. Bir Yılmaz Erdoğan şiiri. Tam Dervişlik bir felsefe diyorum ve yazının üstünden öylece kaydırıyorum bakışlarımı. Son dörtlüğe geldiğimde kendimi yüksek sesle okumaktan alamıyorum.

“Sana bakmak; bir beyaz kâğıda bakmaktır, her şey olmaya hazır

Sana bakmak; suya bakmaktır, gördüğün suretten utanmak

Sana bakmak; bütün rastlantıları reddedip bir mucizeyi anlamaktır

Sana bakmak; Allah'a inanmaktır

...son…

Evet -son- yazdı Mustafa. Hikâye bitmişti. Artık onun aşkını yüreğinin derinlerine gömdüğünü, duygularını hiç tanımadığı bir yabancı tarafına emanet ettiğini anlatmıştı ona. Askerde en bol olan şey zamandı, düşünmek isteyene. Genelde kaçar insanlar, esarette ölme emrini beklerken insan yanını hayatta tutmayı gerektirir düşünmek. Haliyle düşünmek sorgulamayı getirir ve sorgulayan teslim olamaz. Sadece Mustafa gibi ruhu bedenden çıkartıp gezebilenler düşünür önüne sonuna. O de düşündü. Sevmek güzel ama yetmiyordu yalnıza. Severken doldurmak boşluğu, topyekûn ihanet yeni gelene. O yüzden gömmeye karar verdi o sevgiyi derinlere. Sessiz sedasız yok olmaktı niyeti. Göçmek başka bir ruh haline. Ama planlamadığı bir şekilde o doğum günü mesajını alınca Oscar Wild’ın o meşhur şiirinde dediği gibi bıçakla öldürmek gerekti sevgiliyi. Yazdı, anlattı. Dedi ki “artık yoksun, seni bekçinle derinlere, sandıklara kapattım.” Mantık çerçevesinde her şey bitmeliydi ama hiçbir şey değişmedi. Meğer tüm bunlar sadece ona biraz daha yazabilmek için uydurduğu hikayelermiş. Bu gerçeği dört günde kabul etti ve dördüncü günün sonunda şunu yazdı.

Olmuyor ben beceremiyorum. Yaradan beni nasıl bir şeyle sınıyorsa bilmiyorum. Çizemiyorum. Tam çizeceğim kalem kırılıyor, ama bir senin kalemini kıramıyorum. Lakin sen bana nazaran nispeten iyisin, bari sen benden uzak dur da iyice arapsaçına dönmesin. Mesela şunu yapamayayım, her aklıma estiğinde sana ulaşamayayım. Madem kapılar açılmıyor, çarp yüzüme gitsin bırak aralık kalmasın. (Askerdeyken “Aşk kasımda başkadır ama belki kapılar hala aralıktır” gibi bir şey demişti Beren) O zaman hiç değilse bir çaresizlik kozu, bir ne gelir elden durumu vardı. İnan bu daha kötü. Madem kader yardımcı olmuyor bari sen bir ucundan tut... Hm? Çok mu şey istiyorum...?

Bunu takip eden günlerde devam etti bu dışa vuruşları.

14 Mart:

-“"Hamuş" dermiş Mevlâna kendine. Yani "Suskun". Düşündün mü hiç, bir şairin, hem de namı dünyayı sarmış bir şairin, yani işi gücü, varlığı, kimliği ve hatta soluduğu hava bile kelimelerden müteşekkil olan ve elli binden fazla muhteşem dizeye imza atmış bir insanın, kendisine neden SUSKUN adını verdiğini...?

Mesneviyi şerh edenlerin çoğu bu ölümsüz eserin "B" harfiyle başladığına dikkat çekerler. İlk kelimesi "Bişrev!"dir. Yani "Dinle!". Tesadüf mü dersin ismi "Suskun" olan bir şairin en kıymetli yapıtına "Dinle!" diye başlaması. Sahi sessizlik dinlenebilir mi?”-

Sana yukarıda yazdıklarım Aziz Z. Zahara adında bir dervişin Aşk Şeriatı adlı kitabından. Aziz kitaba başlarken şöyle diyor, "Bu romanın her bölümü aynı sessiz harfle başlar. "Neden?" diye sorma ne olur. Cevabını sen bul. Ve kendine sakla. Çünkü öyle hakikatler var ki bu yollarda anlatırken bile sır kalmalı". Tahmin et o sessiz harf ne?

Ne olabilir, tatbikî de "B" Yani aşkın kanununu anlatan kitapta her bölüm baş harfinle başlıyor. Sen gönlümde Mevlâna gibi bir yarensin lakin ben Şems gibi aşk uğruna çekip gidecek kadar erdemli değilim, yapamıyorum. Susma artık konuş. Aşk Şeriatı'nda her bölüm 'M' ile başlasa sen buna ne derdin? O anlatırken bile sır kalması gereken gerçekler ne? Sırsa da bırak ikimizin olsun. Anlat!

17 Mart:

Bugün sana paranoyalarımdan bahsetmek istiyorum;

Mesela, telefon numaram rehberine kayıtlı. Belki onu hiç kullanmayacaksın ama orada olması sana huzur veriyor. Mesela, acaba yeni bir şey yazmış mı diye her fırsatta burayı kontrol ediyorsun ama kendin hiçbir şey yazmıyorsun, ki okuyup okumadığını bilmeyeyim. Ve en büyük mesela, bütün bunları senden intikam almak için yaptığımı, aslında seni artık sevmediğimi, senden nefret ettiğimi, seni tekrar kazanıp sonra terk etmeyi planlayarak senden yıllar önce beni terk edişinin intikamını almayı planladığımı düşünüyorsun. Ama içindeki acı dayanılmaz bir hal aldı ve yalandan da olsa sana hala âşık olduğumu söylemem seni teselli ediyor...

Bunlar benim senin düşündüğünü düşündüklerim. Eğer gerçekten bunları düşünüyorsan yanılıyorsun. Neden mi? Çünkü inanıyorum ki bu düşünceler bana ilahi bir yolla geliyor, düşündüğün gibi kalbim nasırlaşmış olsaydı Tanrı bana senin de hala beni sevdiğine inandırarak yüreğimi ferahlatmazdı. Bazı şeyler aşığa malum olur nefret edene değil. Bana malum olanlar doğruysa sevdiğimin ispatı olsun. Eğer bunlar paranoya değilse sessiz kalmaya devam edebilirsin ama eğer ben saplantılı bir hal aldıysam lütfen bana söyle. Demek ki tedaviye ihtiyacım var. Şunu da bil, ben nasılsa çekip gitmene alıştım. Yokluğun koymaz artık, yüzünde göreceğim her tebessüm benim için kârdır. Bir tanesi bin ömre bedel. Ben sana bu düşüncelerle aşığım istediğin zaman gel istediğin zaman terk et. Senin aşkın bana artık vacip. Yokluğun üzmez anca varlığın sevindirir. Belki benim satırlarımdan okumayı özlemişsindir, ben sana yazmayı çok özledim "Seni Seviyorum".

20 Mart;

Lütfen bu son olsun. Daha sana yazmak istemiyorum. Ama elimde değil. Seni aramayacağıma dair yeminlerim bir keşin arınma yeminiyle eşdeğer. İrademde her şeyi becerdim, bir kararımla senleyken bile vazgeçemediğim sigarayı bıraktım ama bir sana yazmamayı ya da buradan komple gitmeyi beceremedim. Şimdi diyeceksin bu zamana kadar yazmıyordun, o zaman nasıl dayanıyordun. Evet haklısın ama o zaman sadece sen yazdıklarımı okuyamıyordun. Mesela o fotoğrafın üstündeki şiiri 2008 de sana yazdım. Senden sonra bir tane ilişkim oldu, onunla da bir kere tartıştım. Çünkü fotoğrafına bakarken yakalandım. “Kim bu” dedi. “O” dedim…. Orda bitti, sonra geldi bir daha bu konuyu açmayacağına yemin etti sana karşı olanlarıma saygı duydu ve devam ettik. Onu hor görme çünkü ben nasıl “sen sen” diye yanıyorsam oda bana aşıktı. Yani ben bu kadar aciz birisiyim. Benden bir şey bekleme, ben çok denedim olmuyor. Bu sebepten senden istiyorum, insanlık hakkı için ya gel, ki senden gelen her şeye razıyım ya da git! Durma öyle karşımda alelade birisiymiş gibi. Cevapsız her satırda biraz daha ölüyorum ya sorularımı cevapla ya da bırak git katilim olma.

Tabi gene sesiz kaldı Beren. Ağzını bıçak açmadı. Bundan sonra 4 Nisan’a kadar Mustafa da yazmadı. O gün alkolün de etkisiyle son kez yazdı. Yazmak bir çeşit terapi gibi gelmişti, yazdıkça hafifledi, o sebepten bu son şiirden sonra bir daha içinden yazmak da gelmedi.

"Sevgili…

Sana arabesk satırlar yazamam

Ben senin yokluğunda kendimi şaraba vurmadım

Tek suçum, ihanet bir saat

Ve ben o kahrolası kadranı hiç kurmadım

Aslında herkes duysun istedim

Camı açıp bağırmak ve küfretmek bütün şehre

Sonra seni çağırmak

Evet yıllardır hastayım

Belki sen ruhumu suçlarsın, lakin ben sadece yastayım

Geçmiyor sensiz vakit

Bir işportacı bile kapımı çalmaz

Bu ne edep, bu ne adap?

Sanki sensiz evin kapısı çalınmaz

Bir nezaket muhtacıyım, evet sen sarhoş dersin ama ben bir hoşum

Bitmek bilmez sana olan koşum

Kurumuş içim

Evet haklısın, ben koca bir hiçim

Gıyabında yüksüzüm, hükümsüzün

Senle barışmadıkça kendime bile küsüm

Sevgilim…

Dilerdim başka bir dilde doğmanı

Niyetim bahane değil lakin bir ecnebi dilinde “kurtarmak” adının anlamı

Kızıma yazdığım mektupların temennisisin

O duyar bir anneye ihtiyaç ve seni ister, tez zamanda gelmelisin

Dertlerim kederlerine yeni kardeşler ekler

Şansta zarları temsil gelir yekler

Ben hala her nefeste ciğerlerime seni misafir ediyorum

Seni salıyorum dışarı her nefeste

Hep gitmeye meyillisin, hep ihanet etmeye

Et! Başım gözüm üstüne

Ben seni severek, senden vazgeçmeyerek sana cezaların en nicesini bahşediyorum

Senin okurken ağladığın her satırda ben sana bin kere daha âşık oluyorum

Seni Seviyorum"