Fedon Kahvesi

SÜVEYDA

Ersin Niyaz

11/5/202414 min read

Böyle gelmişti Nisan ayı, yağmur gibi düşünceler, tufan gibi endişeler ve her şeye rağmen toprak kokan umutlarla. Daha öncekilere nazaran daha küçük bir işletmede iş aramaya başladı Mustafa. 15 saatlik mesailer, bitmeyen vardiyalar, yüzlerce insan; o yaz sezonu için kabul edilebilir standartlar değildi. Ama ne kendisiyle yalnız kalmaya yetecek sabrı ne de askerde biriken borçları ödeyecek bir geliri olmadığından küçük bir otelde çalışırken kafayı da biraz dağıtma fikri bulunmaz Bursa kumaşı kalitesindeydi. Hem kim bilir, belki o sakinlik yeni birisini getirir diye de düşünmüştü. Çok sonra aklından geçen bu düşünceleri şöyle not düşmüştü defterine; “Bu gibi arada düşünülen ince detaylar veriyor aslında hayata yönünü. Sanırım bilinç altındaki mekanizma hiçbir zaman yüksek sesle konuşmuyor. Sinsice fısıldıyor içerden taleplerini.”

Medysun Hotel, burada başlıyor aslında bu hikâye. Şimdi yazara ağız dolusu, okkalı bir küfür edebilirsiniz, konudan alakasız bu kadar detayı okuttuğu için. Ama hepinizin bildiği gibi ağaçları kökleri ayakta tutar. Hikâyede, bundan sonra olagelenleri anlamak isteyen bu köklerden fikir edinir diye daha geriden başladı. Daha da gidecek. Uyarmadı demeyin, ara ara gerilere gideceğiz hatta bazen çok gerilere. Şimdilik tekrar Medysun’a dönelim. 400 kişilik, Bodrum’da küçük bir otel, Restoran/Bar Kaptanı olarak işe başladı Mustafa. Hayır anlaşılan gibi yüzen bir restoranın gemi kaptanı değil, zira Mustafa yüzme dahi bilmez. Kaptan otellerde yiyecek içecek departmanında bir ara yönetici demek. Otel küçük olduğu için hiyerarşideki birçok unvanın karşılığına bir çalışan düşmüyordu bu da Mustafa’yı departmandaki ikinci sorumlu kişi yapmıştı. Dedik ya hayata küçük detaylar yön veriyor diye, o yüzden böyle detaylar ne gerek var deme. Belki de emojili kitaplar yazmanın çağı gelmiştir, bu küçük detaylara bir kırmızı bayrak emojisi koymak yerinde olurdu. Ama o zaman sizce de çok basit olmaz mı? Biz gene de klasik yolla gidelim. Yazan anlattığı kadarından sorumlu olsun okur keşfettiği kadar.

2000 yılında başladı Mustafa’nın turizm macerası. Evet, sadece 14 yaşındaydı ve hayır, çocuk işçi değildi. 2000 yılında orta okul biterken, Liseye Geçiş Sınavı yapılıyordu. Bu sınavda alınan not ile okulu bitirme not ortalamaları hesaplanıp öğrenciye yeni okulu tayin ediliyordu. Mustafa inadına vasat bir öğrenci olduğundan sınavda ağzıyla kuş tutsa Anadolu ya da Fen Lisesi’ne yerleşmesi imkansızdı. Hayır, tabi ki de iyi bir not almadı ve tam da beklendiği gibi meslek lisesi çıktı. Milas Anadolu Meslek ve Meslek Lisesi (Milas Kız Meslek Lisesi). Evet bir şekilde yolunun düştüğü kurumların tabela ismi ile kullanılan ismi farklı oldu hep. Bölümü ise Turizm ve Otel İşletmeciliği diye kaydolup Ağırlama ve Gıda Teknolojileri olarak mezun olduğu bir bölümdü. Yani milenyumdan bu yana Türkiye’de eğitim olarak hiçbir şey değişmedi. İlkokuldayken yılı değişti, lisede bölümün adı ve içeriği değişti, yüksek okulda sınav ve geçiş sistemi değişti. Yani hep bir şeyler değişti. Neyse, Mustafa bu liseye kaydolmadan önce babasına “Ben düz liseye gitmek istiyorum” sonuçta bu bir meslek okulu ve öğretilen meslek de görece insan ile iletişim gerektiren bir meslek, yani bana göre değil” demişti. Babası, “Nereyi kazandıysan oraya gideceksin” dedi. Oysa düz lise daha iyi değil miydi? Kendisini ikna etmenin mümkün olmadığına çok zaman önce kanaat getirdiğinden üstelemedi Mustafa. Kaderde ne varsa yaşanır dedi ve kaydı yaptırdı. Demem o ki, bir tek cümle yön verir bütün hayata “Hayır, nereyi kazandıysan oraya gideceksin”. Sonra içten içe hep teşekkür etti babasına, çünkü o bir tek cümle sayesinde tanıdı Samet gibi ömürlük dostları ya da İbrahim gibi sonra can ciğer ahbap olan iş arkadaşlarını. Kader bazı insanları karşınıza çıkarmadan işaretler, Samet de lacivert pantolon giyilen bir okulda gri pantolon ile işaretlenmişti, cahil bir tuhafiyeci tarafından. Sırf Mustafa ilk gördüğünde fark edebilsin diye. Çok sonra Samet’in anlattığına göre Mustafa da eylül ortasında giyilen kışlık botlarla işaretlenmişti. Ama o zamanlar öyleydi, ayakkabı alınırken hava sıcaklığı ya da sezondan ziyade ne kadar giyileceğine bakılırdı. 2000 senesinin Eylül ayında bir çift siyah bot ile başlayan turizm macerası 2011’in Nisan’ına kadar ona yakın iş yeri, bine yakın çalışma arkadaşı ve belki de yüz bine yakın insana “merhaba” diyerek geçti. İlla yeri geldikçe bu aradaki 11 yıla döneriz ama biz 2011 Nisan’dan devam edelim.

Kalabalık caddelerde boş bir arka sokaktaymış edasıyla gezinebilenler sever turizm işçiliğini, işçilik bir ait olma sanatıdır ve sadece kalabalıklarda yalnız kalabilenler turizme ait olabilir. Bir buçuk yıl aradan sonra ait olduğu yerde olmak güzel hissettiriyordu Mustafa’ya. Aslında her şey bu ait olma ve tamamlanmış hissetme duygularının başının altından çıkıyordu. Askerlik denen torna tesviye sanatı insandan fazlaları alınca ehil olur adam. Ha sanılmasın bu bir standart. Nasıl marangoz ağacı, heykel tıraş taşı seçerse işine göre, askerde adamı seçer eğitmeye. Mustafa’dan gürültülerini aldı, geri kalanı daha sakin daha sessiz geliyordu hayatın, o günlerde.

Medysun günleri Nisan ayının son haftasında başladı. Bu bir gurbet klişesidir, önce her şey ve herkes yabancı gelir. Ya sen ortama bir beden büyük gelirsin ya ortam sana. Ve o ortamlar seneye giyilmez bir daha. Çünkü ya bir haftaya alışırsın ya terk edersin, bir daha dönmemek adına. O günlerde o ortam da Mustafa’ya biraz küçük gelmişti. Otelin genel olarak küçük olması, onu işe alan kişinin tecrübeyi meslekte geçen sene sayısı sanması, askeri disiplin ardından sivil sistem adaptasyonu, vesaire.

Ama çabuk atlattı o zamanı. Bu gibi yerlerde ilk gidecek olanlar ilk gelir, samimiyetin öncü birlikleri riyakarlardır. Önce herkese “kardeşim” diyen, nargileye köz isteyen kısa paça tipler gelir ahbaplığa. Kaliteli dostlar ise sırtlanların curcunasına uzaktan bakan aslan misali ilk birkaç haftayı uzaktan izleyerek geçirir. Ölçer, biçer, analiz eder yeni geleni. Sonra hayatın akışında sıradan merhabalar dahil olur günlük lügata. İbrahim de öyle bir adamdı. Otelin animasyon şefi. Kendisi ile dört kişilik bir takımı vardı. Sonra öğrendi, aynı yaşta olduklarını Mustafa. 86’da doğanlara hep kanı ısınmıştı zaten. Ama İbrahim ile aynı dili konuştukları başından aşikardı. Anlamak ve anlatmak hiç sorun olmadı.

Geçen her gün sivil hayatta kalan alışkanlıkları geri kazanmayı, hatırlamayı daha da kolaylaşıyordu. Eskisi kadar olmasa da kadınları da analiz etmeye, karşıdan gözlemlemeye başlamıştı Mustafa. O çocukluktan gelen asosyallik, içine kapanıklık hiç gitmedi. O yüzden Mustafa hep insanları uzaktan izlemeye alışkındı. Hatta zaman zaman kendisinden çıkıp kendisini izlerdi, kendisini analiz ederdi. Bu ruhun bedeninden ayrılıp, bir süre yukarıdan fani insanının yaptıklarını seyrettikten sonra bedene geri dönmesi gibi bir şeydi. Bununla ilgili de bir not düşmüştü defterine; “Geri dönünce ruhun gördükleri, bedenin fani basitliği, gönüle o kadar acı gelir ki o acıdan neredeyse tüm bedenler hapseder ruhlarını içine. Ruh çıkabilmek için semaya, son çare öldürür bedeni. Ve o acıya katlanabilenler barışır ruhuyla. Ruh ile barışmaksa ölümsüzlüğü tatmak gibidir.” Belki bir gün Süveyda bunu daha detaylı anlatacaktır, ne de olsa bu onun öğretisidir.

Velhasıl kelam normalleştikçe kadınları da izlemeye, analiz etmeye başladı Mustafa. O yaz sezonu belki onlarca kadını izledi uzaktan ama sadece ikisine “merhaba” dedi. Julia ve Jade.

Önce Julia geldi. Aslında ne hissiyat olarak ne de yaşanmışlık olarak onu bu hikâyeye not ettirecek bir şey yaşanmadı. Ama onunla keşfetti Mustafa, içinde hayat bulan bazı duyguları. Uzun boylu, kumral bir İngiliz. Güzel gülerdi, yapılmış estetik dişleriyle.

Otele gelen herkesle işi gereği ilk gün tanışan ve sürekli etkileşim halinde olan İbrahim’in yakın arkadaşı olması, haliyle sık sık dış aktivitelere Mustafa’yı da dahil etmesi bir gerçek vardı. Julia ile samimiyetleri İbrahim’in kurduğu ortamlarda gelişti. Ama yakınlaştıkça fark etti ki o, alkol alıp dışarı çıkma, dans etme, kısa vadede kaliteli zaman geçirme gibi alışkanlıkları Mustafa’yı terk etmişti. Kadından da başka beklentileri vardı. Bu beklentilerin ne olduğunun farkına o an varamasa da ne istemediğini açıkça fark etmişti. Ve Julia’nın ne istediği de bariz belliydi. İki hafta tatile gelmiş ve dibine kadar eğlenmek istiyordu. Beklentilerinin örtüşmediğini fark ettiği an Mustafa geri adım atsa da ortamın çok dar bir alanda hayat bulmasından fazla da geri gidemedi. Mustafa da -eğlencelik bir kadındansa belki bir arkadaşa sahip olurum- diye gündüz sohbetlerine, gece dışarı çıkmalarına devam etti. İbrahim ve Mustafa’nın organik arkadaşlığa ayak uyduran birkaç kişi ve Julia ile iki diğer arkadaşı kendilerini o kadar iyi bir atmosferde bulmuşlardı ki belki de bu tatil hayatlarında en çok eğlendikleri tatil olarak kalacaktı. Zira bir buçuk ay sonra tekrar geldiklerinde ne aynı ortam ne aynı tat vardı.

Buralarda günbegün anlatılacak hikayeler yoktur. Her şey monoton geçer, otelcilikte bir nevi askerliktir. Aralarda birtakım beklenmediklikler olur, o düşük maaşlara, uzun mesai saatlerine bu beklenmediklikler sayesinde katlanılabilir çalışan. 25 Temmuz 2011 günü de beklenmedik hiçbir şey olmadı. Sadece Facebook’tan bir arkadaşlık isteği geldi Mustafa’ya.

Kalina Sobierajska.

Bir otel çalışanıysanız genelde tatilden dönen insanlar kendi egolarını okşamak, etrafına “Bakın ben tatile çıktım, bu da ispatı; yeni arkadaşlar edindim, yeni insanlar tanıdım” mesajı vermek adına sadece merabalaştıkları çalışanlara bile arkadaşlık talebi gönderirlerdi o yıllarda. Ama bunlar içi boş, tek düze, fason taleplerdi. O yüzden bu beklenmedik bir durum değildi. Ama Mustafa talebi açtığında fotoğraftaki kadın istisna denecek ihtişamdaydı. Kısacık kesilmiş kumral saçları, karakteristik çene ve elmacık kemikleri, kiraz kızılı dudakların üstündeki küçük narin burnu ve bir yabancıdan beklenmeyecek kadar Türk’ü andıran çekik gözleri tam bir istisnaydı. Ama bu istisna da yukarıda bahsi geçen gerçeği gölgelemiyordu. Profilde otelden fotoğraflar paylaşılmıştı, hem de son on gün zarfında. “Nasıl olabilir, zaten bir avuç yer, bir insan bir otelde iki hafta kalır da ben onu nasıl fark edemem” diye düşündü Mustafa. Hem de böyle can alıcı bir endamı. Tüm bunları düşünürken kabul etti isteği.

Tam telefonu bırakıp işe geri dönmeye niyet etmişken bir mesaj sesi geldi. Açtı, o. “Merhaba, kabul ettiğin için teşekkür ederim.”

Tabi ki o anda o merhabaya bu herhangi bir anlam yüklemedi. O an sadece alımlı bir kadınla sohbet Alter’in hoşuna gidiyordu ve Mustafa iki hafta onu nasıl fark etmediğini merak ediyordum.

Kalina Mustafa’yı ilk gün fark etmişti. Akşam yemeğinde restoranın kapısında misafirleri karşılarken görmüştü Mustafa’yı. “Koyu renk pantolonunun üzerinde pembe uzun kollu gömleğin, koyu renk ince bir kravatın ve kahverengi kemer ve ayakkabıların vardı. Asık suratının üzerine profesyonel bir tebessüm kondurmuştun ama anlayana sert mesajlar ileten despot bir vücut dilin vardı” diye anlattı Kalina çok uzun zaman sonra. Haksız da sayılmazdı, çok doğru ve yerinde bir analizdi bu. Zira sürekli gelen yersiz şikayetler, bitmeyen talepler herkese içten gülümsemeyi imkânsız kılıyordu Mustafa’ya. Ki zaten Mustafa nasıl göründüğünü umursamadığı zamanlarda, yani suratındaki bütün kaslar doğal halini aldığında suratı asık dururdu. Bir nevi suratsızdı. Bu suratsızlığından ötürü hiç gelip sohbet etmeye cesaret edememişti Kalina. Mustafa ise ona sadece iki kere merhaba demişti iki haftada. Ama Mustafa hala onu nasıl olup da fark etmediğini anlayabilmiş değildi. O Kalina’nın dediğini iddia ettiği iki merhabayı bile hatırlamıyordu. Ama ilerleyen günlerde Kalina ile konuşmak günlük hayatın bir parçası oldu. O tek düze giden hayatın içinde rutinin matlığını kıran bir parıltı gibiydi. Zaten Mustafa’ya konuşmaktansa yazmak ve yabancı birisiyle yani el ile konuşmak hep daha cazip gelirdi. Yazarak daha iyi anlattığına inanırdı kendisini. Yabancıyla sohbet etmenin yargısız hafifliği ise ayrı bir cezp kaynağıydı Mustafa için. Yabancının yargılarını, yorumlarını pek umursamaz, dibine kadar kendisi olabilirdi. Ama tanıdık öyle değildi, “tanıdığın yanında kendin olmak bumerang gibidir, döner gelir gene kendini vurursun” derdi Mustafa. Çünkü kendin olman ileride aleyhinde delil olarak kullanılır. O sebeptendir, tanıdıkların birbiri aralarında -miş gibi yapmaları. Kalina ile konular giderek genelden özele kaydı, konuşulacak genel geçer konular bittiğinde daha derin konular bahis olarak seçiliyordu.

Bu arada ağustos ayı da gelmişti. Julia bu ayda tekrar geldi ve gayri ihtiyari sıradan bir misafir gibi davranmak zorunda kaldı Mustafa ona. Çünkü geçen zamanda fikri değişmemişti, halen eğlence ve küçük maceralar peşindeydi Julia. Bu mesajı da Mustafa’ya çok net iletilmişti. Bir gece kulübü çıkışında, gözüne sokarcasına güvenlik görevlisi ile cilveleşmesi Mustafa’dan ne talep ettiğini açıkça tebliğ ediyordu. Ama o gün için Mustafa’nın öyle bir ihtiyacı yoktu. Onun için vakit kaybıydı. Mustafa da daha fazla vakit kaybetmemek adına yorgun oluğu, işin uzayacağını vesaire bahanelerle onunla aynı ortamda bulunmamayı tercih etmişti. Ama onun sayesinde artık içindeki beklentileri keşfetmişti. Kendinden ne beklediğinin iyice farkına varmıştı.

Kalina ile olan günlük sohbetlerde de bu konular konuşulur olmuştu. Bu arada o da detaya girdikçe kendisi ile ilgili olanları anlatmaya başlamıştı. O aralarda anlattı otelde yalnız konaklamamış, ayrılmayı planladıkları kocası ile son bir kere işleri yoluna koymak için çıkmışlar o tatile. Ama Kalina’nın anlattığına göre daha havalimanında sarpa sarmış plan. Otelde dahi farklı odalarda kalmışlar, iki hafta boyunca. Aslında Mustafa otelcilikte bunun mümkün olmayacağını bilecek kadar uzun zaman geçirmişti. Temmuz ayında son anda ikinci bir oda bulunması pek mümkün bir ihtimal değildi. Belki de bu ilk yalandı; belki de yukarıda bahsedilen ilk kırmızı bayrak buraya dikilmeliydi. Ama o gün Mustafa bunu görmek istemedi. Bu bilgi Mustafa’nın karakteriyle çelişse dahi umursamadı. Sonuçta Mustafa onunla sadece Kalina her gün ya da gün aşırı yazdığı için konuşuyordu. Tabi ki arada Mustafa’nın da yazdığı oluyordu ama genellikle nezaket gereği; her gün nasıl olduğunu soran birisine arada iade-i selam gerekmez miydi? Kalina sürekli oteldeki geçirdiği zamandan, Türkiye’yi ne kadar sevdiğinden, yemeklerden falan bahsediyordu. Mustafa da yapacak daha iyi bir işi olmadığında bu gevezeliğe ortak oluyordu.

Eylül ayının ilk haftası geldiğinde restorandan havuz bara giderken havuz başındaki şezlonglarda güneşlenen iki genç kadın ve iki meme gördü Mustafa. Evet böyle söyleyince komik oluyor. Ama Jade ve memeleri bu vurguyu hak eden şahsiyetlerdi. Yeni geldikleri bariz belliydi. Otelde güneşlenen bir misafirin kaç gündür işletmede konakladığını tahmin etmek kolaydı Mustafa için. Mustafa’nın teorisine göre süt beyazdan Fedon kahvesine ortalama 21 günde geçilirdi. Ara tonlardan da konaklama süresi bulunabilir. Jade ve kardeşinin daha bikini izi bile çıkmamış beyazlığı yeni geldiklerinin kanıtıydı. İlkel beyni maruz kaldığı testosteron saldırısından dolayı Mustafa’ya “git tanış, git tanış” diye baskı yapıyordu. Lakin Mustafa gibi bir asosyal tabi ki tanışmak için tanışamazdı. Libidosu gene avucunu yaladı haliyle.

Tanıştılar sonra, zeki kadın çıktı Jade. Otelde her zaman beraber vakit geçiren gurubun müşteri elemanları Jade ve kardeşi oldu. Bir haftalık zaman da onlarla geçti. Ama sona doğru Jade’in ilgisi açıkça belli oluyordu. Hayattan beklentileri de tam olarak Mustafa ile örtüşüyordu lakin bir erkek arkadaşı olduğu için ne Jade cesaret edip bir şey diyebildi ne de Mustafa bir şey sordu. Sesli olarak konuşulmasa da birbirlerine lakaplar takacak kadar ileri gitmişti aralarında gelişen şey. Evet Jade eğlenceli kızdı, Mustafa memelerine atıf yapmak için ona “imposible handle” yani ele avuca sığmayan gibi bir lakap takmıştı. Jade de Mustafa’ya boyu kısa olduğu için “baby peach” bebek şeftali diyordu. İkisi de kalabalık ortamlarda konuşarak, yalnız kalmayarak güvenli alandan çıkmıyordu. Jade’in tatilinin son gecesi gurup ile dışarıdan otele dönerken “Otele gitmek istemiyorum” dedi Jade. Gayri ihtiyari sahile doğru yürümeye başladılar. O anlattı Mustafa dinledi. İstediklerinden bahsetti, beklentilerini dillendirdi. “Ne güzel hayalleri var” diye geçirdi içinde Mustafa. Ve bunlara sahip olmamak için hiçbir sebebi yoktu Jade’in. Ama Jade “Doğru adam” diyordu. “Doğru adamı bulmadan yola çıkan yaya kalır”. “Gündüz erkek arkadaşıma döndüğümde önemli bir konuda konuşmak istediğimi söyledim, ayrılmak istiyorum” dedi. Tatilde düşünme fırsatı bulmuştu. Mustafa sadece dinledi, akreple yelkovanın kavgasını unutana kadar. Belki bir saat, belki daha fazla. Döktü içinde ne varsa Jade. Bıraktığı sessizliğin içinde, içinden döktüğü yalnızlığın, korkuların, endişelerin üstüne, arkasına doğru yavaşça uzandı Mustafa oturduğu yerde. Jade de yanına sokulup başını koydu göğsüne. Bir süre sonra nefes alışından fark etti Mustafa, Jade’in kendini uyku denen yarı ölüme teslim ettiğini. Mustafa uyandığında hava aydınlanmaya yüz tutmuştu. “Kalk” dedi. “Kalk otele gidelim.”

“Bu gibi gecelerin ertesi günlerinde nefret etti erkek olmaktan ve hemcinslerimden Mustafa. Ve sadece apış arasını düşünebilen insanlardan o zamanlarda soğudu. “Oo kanka sahile götürmüşün karıyı”, “O karıda da ne meme var ya” gibi cümleleri yaklaşık on yıldır duyuyordu. Turizm bölgelerinde sekse kolay ulaşıldığı inancı bu patavatsızlığı iyice ayyuka çıkartıyordu. Yanında duran bir avuç dostunu da bu kriterle seçti hep Mustafa. Mesele o gün İbrahim’e “Müdür biliyorsun zaten erkek arkadaşı var konuşmak istedi sahilde yürüdük, konuştuk” dediğimde sadece onayladığını vurgulamak için Mustafa’nın omzuna dokunmuştu İbrahim.

Jade de gitti.

Artık Beren’den kurtulmak için yazdığı hikayeler yersiz ve basit geliyordu. Askerlik gönül ilişkileri için de bir sıfırlama olmuştu. Bu arada, aynı zaman diliminde o, kendisini ankesörlü telefonda öldüren kadın aradı Mustafa’yı. Bir çay içmek istediğini, konuşmaya ihtiyacı olduğunun söyledi. Kabul etti Mustafa. Gittiğinde bir insanın kendi elleriyle kendi hayatını nasıl mahvedebileceğini gözleriyle gördü. Merhumun kendine yaptıklarını anlatılacak şeyler değildi. Ama şu kadarı söylenebilir, o günden sonra bir daha kimseye ah etmedi, kötü bir şey dilemedi Mustafa.

Eylül ayı sonlarına doğru geldiğinde takvim, onlar hala Kalina ile günlük sohbetlerine devam ediyordu. Kalina anlattığına göre uzun zamandan beri yalnız yaşıyordu. Yani kocası ile sadece resmiyette evliydi. Fiiliyatta uzun zaman önce bitmişti. O yüzden Mustafa’da gündelik sohbetlerde bir beis görmüyordu. Şimdi olsa görür müydü? Büyük ihtimalle evet. Ama o gün görmedi, bitmiş bir ilişkinin kurtarıcısı olma gereği duymadı. Zaten etrafı kırık kalpler kıraathanesi.

Yazışmaları aksatmadıkları gibi görüntülü görüşmeye başladılar. Baya arkadaş olmaya başlamışlardı ve birlikte sohbet ederek geçirdikleri zamanın kalitesi giderek artıyordu. Boşanmaya fiili olarak karar verir ve davayı açarsa Türkiye’ye davet etme fikri o zamanlarda düştü Mustafa’nın aklına.