Güneşin Kadını
SÜVEYDA
Ersin Niyaz
11/9/202417 min read


Ekim ayı başında ağır abi müdürü otelde misafir sayısı azalmaya başlayınca yüksek maaşı bahane ederek yönetimin Mustafa’yı Ekim 15’te işten çıkarmak istediğini iletti. Bu hesapta olan bir şey değildi. Haber kendisine iletildikten bir saat sonra oteli terk etti Mustafa. Halen bir miktar borcu varken. Mustafa tüm planları Kasım ayına kadar çalışma üzerine kurmuştu ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Gene işsiz gene borçlu kaldı. Davet falan da hayal oldu.
Birkaç tanıdığına haber gönderdi ve eve, ailesinin yanına döndü. Sezonun sonu olduğu için iki aylık periyoda kimse o pozisyonda bir çalışanı işe almak istemezdi. Küçük işletmeler kapandığı için zaten sektörde personel fazlası olan bir dönemdi.
Sabahtan akşama kadar boş geçen günlerde Kalina ile yazışmaya daha çok vakti oldu, daha çok sohbet ettiler, daha çok tanıdılar birbirlerini. En azında o günlerde Mustafa öyle olduğunu sanıyordu. Ya da daha çok anlattılar olmak istedikleri insanı karşıdakine. Bu aralarda boşanma davası açtığını söyledi Kalina. Niye olduğunu bilmese de bu Mustafa’ya bir rahatlık vermişti. Ne de olsa, sadece kâğıt üzerinde de olsa evli bir kadınla sohbet etmek rahatsız edici bir durumdu. O rahatlıkla bahsetti ona, aslınsa onu Türkiye’ye davet etmek istediğini ama iş planlarının tutmadığını ve bunun sadece niyet olarak kaldığını. Kalina da aynı şeyi kendisinin de istediğini, aradan geçen zamanda kurdukları arkadaşlığın kendisi için değerli olduğunu ve yüz yüze de görüşüp tanışmak istediğini söyledi. Değer atfettiği arkadaşlık ise sadece Mustafa’nın patavatsızlığından ibaretti. Umursamamayı dürüstlük olarak almış ve bundan etkilenmişti Kalina. Lakin Mustafa kendisine bunun iyi bir plan olduğunu ama onun finansal durumumun müsait olmadığını söyledi. “Umurumda değil” dedi Kalina. “Benim finansal durumum yerinde ve ben konaklamayı karşılayabilirim”. Bedavayı seven bir adam değildi Mustafa, birilerinin onun hesabını ödemesi ona gereksiz olduğu hissini verirdi. Ama burada bir seçim yapmalıydı, ya teklifini kabul edip aylardır konuştuğu ama esasında tanımadığı kadınla tanışacaktı, ya da reddedip bu konuyu kapatacaktı. Teklifi reddetse yapacak daha iyi bir planı yoktu. Ama kabul ettiği taktirde, gene ne yapacağını bilmese de o seçenekte onu çeken bir bilinmez vardı.
Epey düşündü ve kabul etti. Ertesi günü Mustafa’ya, 11 Aralık tarihi için İstanbul’da rezervasyon yaptırdığını söyledi Kalina. Evet gerçekten hızlıydı. Ve adım atıyordu, bu duyguyu bilen bilir, kendi içinde değer hissi barındırır. Yukarıda bahsi geçen arayışlar için bu his biçilirmiş kaftandı. O gün hayatın akışının içinde fark edilmese de bugün görülüyor ki bu bir akıntıya kapılmak gibiydi. Akıntı güçlü ise insanı her halükârda sürükler ama direnmek de insanın elindedir. Mustafa kapıldığı akıntıyı fark etmediği için herhangi bir direnme gereği de görmemişti.
İşten ayrıldığında banka hesabı sıfır çektiği için eve de sıfır ile dönmüştü. Haliyle ailesine “bir ay sonra İstanbul’a gideceğim” dediğinde şaşırdılar.
Günlük diye tuttuğu ama günlük olarak yazmadığı defterine annesi için şöyle bir not düşmüştü Mustafa; “yazmaya cesaret edecek kadar cahil olsam da annemi anlatmaya çalışacak kadar aklımı yitirmedim. Eğer bir gün kalemim onu layığı ile betimleyecek yetkinliğe gelirse onun o zaman yazacağım.” Babası ise bu kitabın sonudur. Ona en sonunda geleceğiz. İki mükemmel insan. Hani -fakir ama gururlu- diye bir klişe vardır ya, onlar da öyle. Cepler fakir ama kalpler Karun’u hasetten çatlatır. İyi niyetliydi Mustafa’nın anne ve babası, gönlüne göre olsun isterlerdi. Geçimleri genelde zeytinle sağlanır, gelirleri ne olduracak ne öldürecek kadar olurdu. Mustafa’da para olmadığını bilen babası Mustafa durumu anlatınca “O zaman ortak zeytin alalım ne kalırsa al senin olsun, sıfırla gitme” dedi. Mustafa tabi sıfır değildi kendi planını yapmıştı ama onlar da onun için bir şey yapmak islemişti, o da kırmadı. Bir hafta boyunca beraber çalıştılar. Kış ayazında çıplak elle tek tek toplanır zeytin. Arazi tabiri caiz falan değil tam anlamıyla uçurumdaydı. Bir hafta sonunda üç kişi çalışmanın sonucu birkaç yevmiyeye denk düşecek bir tutar kadar tuttu. Bu ailenin genel olarak hangi standartlarda yaşadığını gösteren net bir örnekti aslında. Maddi kaynaklı her sorunda Mustafa’nın yardım isteyememesinin yegâne sebebiydi bu durumdu ve hep öyle olacaktı.
İlk uçak deneyimi, ilk İstanbul macerası, ilk defa tanımadığı ama bildiğini düşündüğü birisi ile görüşmeye gitmek. Değişik duygular içinde çıktı yola 11 Aralık sabahı Mustafa. Hayatın geneli gibi ilk adımlar hep zordu. Bir bilet alıp uçağa binmek ne kadar zor olabilirdi. Eğer ilk kez ise baya zor, ya da Mustafa’ya öyle geldi. Tabela okumak, direktifleri takip etmek babasının ilk cep telefonu ile imtihanı gibi bir deneyimdi. Her adımı sinir küpü. Tabiatı gereği insanları sinir edecek seviyede sakin bir kişiliği olsa da kendisine karşı olan sıfır toleransı, önü alınmaz bir zulmün sürekli tetikleyicisiydi. Bu yüzden çok yürümüştür 15-20 kilometre mesafeleri, sadece yanlış bilet aldığı ya da binmeyi planladığı arabayı kaçırdığı için. Yok yok, uçağı kaçırsa İstanbul’a yürümezdi, o kadar da değil. Ta ki son kontrolü geçene kadar fark etmedi, ilk defa uçağa binecek olmanın üç-buçuk atmasını. Bu keşmekeşin içinde kendini kaybederken bir taraftan da Kalina ile yazışmaya devam ediyordu. Kalina her şeyi hallettiği gibi Mustafa’yı sakinleştirmeyi de kendine görev edinmişti. Her adımda “Gördün mü büyütecek bir şey değil” gibi telkinlerde bulunuyordu. Mustafa uçağa geçeceğini söylediğinde “İstanbul’da görüşürüz” dedi. İstanbul’da görüşürüz! Ne kadar yakın bir cümle. Birazdan doğasının aksi bir şey yapacak olmak geriyor insanı. Tamam, uçağın uçması elbette fizik kurallarınca mümkün olabilir ama bu kanadı olmayan bir canlının uçacağı tezatını da inkâr etmezdi. “Sanırım inanç bunun için icat edilmiş” diye düşündü Mustafa. Kendini yaratıcıya emanet etmek insanı tuhaf şekilde rahatlatıyordu. Uçağa geçtiğinde o prosedürlerin hepsini can kulağı ile dinledi. Hostesleri takip edip verdikleri tüm bilgileri ilk ve son kez önemsedi. Son kez çünkü ilk defa havalanacaksanız konu hakkında hiçbir fikriniz yok demektir, haliyle insan düşerse kurtulabileceğini sanır. Sonunda hareket etti uçak. Türk kaptan Türk kabin personeline İngilizce “yerlerinizi alın, kalkışa geçiyoruz” dedikten sonra havalanmak için piste doğru ilerledi. Mustafa bu arada okuduğu tecrübelerden, değişen hava basıncının etkisini azaltmak için yapması gerekenleri hatırlamaya çalışıyordu. Ve sonunda ön tekerin havalandığını hissetti, saniyesinde de yerle tüm irtibat kesildi. Bu aşamadan sonra tam teslimiyet halinin rahatlığı geldi Mustafa’ya. Ölüm kesinse korkutmuyordu insanı. Ve oradan düşerse kesin ölürdü. Camdan küçülen evlere bakarak yerden uzaklaştı, bulutların arasından yukarı çıkmak ise ona “Vay be!” dedirten nadir anlardandı.
Uçak stresini atlatınca yolculuğun amacı daha heyecan verici hale gelmeye başlamıştı. İzafiyet teorisinden midir Mustafa’nın hüsnü kuruntusundan mı bilinmez ama yukarıda zaman ona çok yavaş geçmişti. O gün bir saat olan yolculuk yarım gün gibi geldi. Zaman yavaşlayınca insan daha hızlı düşünüyordu.
O gün de çok düşündü ne bulacağını ne umması gerektiğini ne istediğini. Niye bu maceraya atıldığını. Tanımadığı bir kadında onu çeken şeyin ne olduğunu. Tabi ki bunlar sadece düşüncede kaldı. Kısa zamanda çok şey düşünüyorsa esas noktayı kaçırır insan. Mustafa’nın uçağı öğleden sonra iki gibi Atatürk Havaalanı’ndaydı. Yaklaşık dört saat de onun uçağının gelmesini bekledi. O arada da düşündü. Havaalanından geri gittiği seçenekten evlendikleri seçeneğe kadar her ihtimali kafasında canlandırarak analiz etti. Ama bir tek bir demet çiçek almayı akıl edemedi, o konuda basireti bağlandı sanki. Bir çiçekçinin karşısında yaklaşık dört saat oturmasına rağmen.
Uçağın saati gelmişti, iniş yaptıktan sonra vize, valiz, pasaport kontrol gibi prosedürlere hiç zaman harcamayacağını varsayarcasına Kalina'nın geleceği çıkış kapısına gitti Mustafa. Aynı his olmasa da o kapı da o lise kapısı gibi gelmişti Mustafa’ya. Ne kapıdan çıkacak olan aynıydı ne de Mustafa’nın gelene hissettiği duygular. Ama rahatsız edici derecede o lise kapısındaki bekleyişi dejavu eden hisler vardı içinde.
Çok bekledi, indikten sonra bir saati buldu o kapıda gözükmesi. Kapıdan sürekli çıkan insan seli birkaç saniyeliğine duruldu, bir anlığına kimse çıkmadı kapıdan. O kadar ki otomatik kapı bile kapandı. Kapının tekrar açılışı, ardından gelenin habercisi gibiydi. Daha yavaş açıldı, özel efektlerle yavaşlatılmış bir film sahnesi gibi. Ve sonra kapıdan dışarı o ilk adımını attı, ilk adımını attı kapıdan içeri Mustafa’nın dünyasına. O adım kırdı zamanı, algının odak noktasını o adım değiştirdi. Dünyanın geri kalanı gene buğuluydu. Bir adımda bütün hareketlerini sayarcasına yavaş. Kapıdan çıktı ve Mustafa’ya baktı. Sanki hep aynı yerde buluşurmuş da ‘Gene aynı yerde’ diye sözleşmişçesine döndü Mustafa’ya, kapıdan çıkar çıkmaz. Göz göze geldiler, söz başlamadan bitti gibi. Olan biten bu dünyanın kanunlarının aksi yönde olup bitmekteydi. Kapıdan çıktı ve Mustafa’ya doğru dönüp yürümeye başladı. Yürüyen oydu ama sanki Mustafa ona gidiyordu, sanki o güneşe sabit bir dünya ötesi, Mustafa’ysa bir yerküre kölesi. O sabit duruyordu Mustafa ona doğru eviriliyordu, çevriliyordu olduğundan başka bir forma. Saçma gelecek ama bu durumu en iyi Arap bir imam açıklamıştı. Demişti ya “Dünya yuvarlak olsa uçak havada beklediğinde Çin uçağa gelir” Mustafa’nın yaşadığı illüzyon Arap imamı haklı çıkarır düzeydeydi. Bir kadına hayran olmak öyle bir şey olsa gerekti, ilk görüşte. Sanki bir sele kapılmak. O sadece adımlar atıyordu ve Mustafa durduğu yerde, koşarak ona gidiyordu. Bunlar öyle adımlar ki bir adımı boyunca tebessümüne bakıyordu Mustafa. Sıcak, içten. Sanki birkaç aydır konuştuğu bir yabancıya değil de hayatının geri kalanına bakan bir tebessüm gibiydi. Belli belirsiz narin gamzeler, pamuk beyazını kıskandıran bir ten, günlük hayattakinden daha çekik gözler. Gözler dikkatini çekince sonraki bir adım boyunca gözlere baktı Mustafa, doğduğu coğrafyaya aykırı gözler, ait olduğu yeri arayan bakışlar saçıyordu etrafa. Kalem kaşların koruması altında, yay gibi kirpiklerin ardına saklanan gözler. İçinde bitmez bir yaşam parıltısı. Helena Rubinstein’ın kadının güzelliğine dair bütün ön görülerini çöpe atarcasına sade bir kalem çekilmiş gözler. Bir sonraki adımda biraz daha genişten bakabildi Mustafa. Bir kısa saç bir kadına bu kadar iyi hizmet edebilir, bu kadar tamamlar bir güzelliği. Bilerek başını sağ omzuna doğru hafif eğik tutuyor, sanki bütün endamı oradan geliyormuşçasına. Sanki o mağrur eğim onu diğer bütün kadılardan ayırıyormuşçasına. Hani kadınlar vardır ya güçlü görünmek adına başını hep dik tutan, o tam aksine gerek yok diyordu, güce, güçlü olmaya ve dik durmaya. O güneşin kadını, bunlar ise dünya kadınının sorunları. Mustafa bunları düşünürken o bir adım daha attı. Mustafa ona bir adım daha yaklaştı. O kadar yakındı ki artık ellerini görebiliyordu. Sağ eli ile pembe valizini sürüklemekte. Valiz ağır gibi, içine gezegenler koymuşçasına. Ve Mustafa bir galaksiler gezgini, o gezegenlerde yaşam arayan, saman yolundan düz devam eden, yeni yaşam alanına bir adım daha yaklaşan. Bundan sonraki birkaç adımda ne giydiğine takıldı gözü Mustafa’nın. Tırnaktan tepeye. Kahverengi süet botlar, bir hamlede giyilenlerden, hani var ya uçan çocuk, Peter Pan. Hah işte onun giydiklerine benzeyen. Kot deseni verilmiş mavi bir tayt, paça kısmı botun içinde. Üstünde pazeni andıran ince kumaş, koyu renkli bir bluz, yakası açık. Bluzun üstünde klasik bir blazer ceket, açık kahve. Dirseklerine eklenen yama ise botu ile aynı renkte. Kendi tarzını yaratmış yeni nesil bir Audrey Hepburn.
Son adımı attı Kalina, Mustafa ona ulaşmadan önce. Ve karşısında. “Merhaba” dedi. Bir insan bu kadar güzel merhaba diyebilirdi. Gayri ihtiyari kolları açıldı Mustafa’nın. Oysa Mustafa kollarını kapatıyordu yalnızlıklarının üstüne. Yalnızlığının gardı düştü kolları açılınca Mustafa’nın. Yalnızlık diye üryan bir boşluk belirdi içinde. Korktu, kendi yalnızlıklarından. Ve savunmasızlığından. Sonra hiç beklenmedik bir şey oldu. Geldi yerleşti Kalina Mustafa’nın açılan kollarının arasına. Tetris oynarken uzun süre o ince çubuğu beklemek ve oyun bitmeden önce gelen son şeklin çubuk olması gibiydi bu. Sarıldığında o boşluğa öyle uygun gelmişti ki o yalnızlığın yarattığı o bloklar tek bir hamlede yerle bir olmuş gibiydi. Artık nefes almak daha kolay ve umut etmek daha gerçekçiydi. “Annen geldi kızım” dedi kendi kendine, sadece kendisi duyacak şekilde. Meğer kolları onu dünyasına almak için açılmış. Sarılınca öyle sıkı kapandılar ki kolları korktu Mustafa, kollarının arasında sardığı Tanrı’nın birinci harikası bir an nefessiz kalacak diye.
Sarıldılar. Birbirini bulan iki gezgin ruh gibi. İki parçası bir elmanın ve iki dal, gül açan bir fidanda. Sarıldılar. Dünyadan uzakta, insandan ırak. Sarıldılar. Sadece iki beden bir hava limanında. Yabancı bir limana yanaşmak zorunda kalan ağır hasarlı gemiler misali. Bir çiftçinin toprağı tohuma hazırlaması kadar uzun sarıldılar. Bir çiftçi gibi yağmur umuduyla sarılarak ektiler o ilk tohumları gönlün çorak bahçesine. Sarıldılar. Yağmur umuduyla, ıslanmak adına ve toprak gibi kokmak. Çok uzun sürdü o sarılma, güzel bir rüyada olduğunu bilecek ve uyanmamak için dua edecek kadar uzun.
Gerçek her zaman acı değildi, en azından o gün o hava limanında değilmiş gibi gözüküyordu. Omuzlarını ellerinin arasına alıp yüzüne baktı. Gerçek gibi, hayatta bir kere karşına çıkabilecek mükemmellikte ve inanılamayacak kadar tatlı gerçekler de vardır hayatta. Ama ne Kalina ne de Mustafa bunu hesaba katmamıştı. Sıradan bir İstanbul gezisi olarak çıkılmıştı yola. En iyi ihtimalle iyi arkadaş oluruz diye hesap etmişti Mustafa. Belli ki Kalina da fazlasını hesaba katmamıştı. Güç bela sarılmayı bıraktıktan sonra ikisinin de düştüğü “Eee şimdi ne olacak” boşluğu içinde bulundukları durumun delili niteliğindeydi. “Taksi ile gidelim” dedi en sonunda Kalina. Birinin bu sessizliği bir şekilde kırması gerekiyordu. Öyle ki ya o an kırılacak ya da bir ömür o susmanın büyüsü ile bir kelime bile etmeden beraber geçecekti. Kalina’nın valizini aldı Mustafa. Yürüdüler, insan kalabalığının içine doğru. Aslında Mustafa’nın taksiye falan ihtiyacı yoktu, o öyle bir an ki, o güç ile yer küreyi birkaç kere tur edebilirdi. Yürümek istiyordu. Tanımadığı insanlara merhaba demek. Çiçek çalmak tanımadığı insanların bahçelerinden. Yanaşmak yavaşça balık tutan adama ve demek istiyordu “Biliyor musun? Bugün beni görmeye bir kadın geldi, ama ne kadın”. Bağırmak istiyordu boğaza karşı. “Ey Fatih’in İstanbul’u O geldi, destur ver. Ey Napolyon’un hayalindeki başkenti kapat boğazını, birleştir iyi yakanı, saygıya dur. Bugün Güneşin Kadını sana geldi.” Ama yapamıyordu insan her istediğini, deli diyorlardı. Ama delirmek de güzeldi. Taksi ile gidelim dedi Mustafa. Çıktılar Atatürk Havalimanı’nın dış hatlar gelen yolcu terminalinden.
Bindiler sarı bir taksiye. O ilk anın şaşkınlığı yavaş yavaş yerini mantığa bırakmaya başladığında sağlıklı düşünmeye başladı Mustafa. Taksinin arka koltuğunda oturuyorlardı ve gerçek ötesi güzeldi. Susmanın bir gereksinim olduğu zamanlar vardır işte öyle bir an. Onca zaman yazıştıktan sonra konuşarak anlaşamıyordu insan bir süre. Kelimeler kifayetsiz kalıyordu sese bürününce. O duygu yoğunluğunda ne dese ifade etmiyordu içinden geçeni. Kalina da aynı durumda olacaktı ki yüzündeki huzurlu gülümseme “gerek yok” diyordu, “ne gerek var konuşmaya.” Bu sebepten belki de “Yolculuk nasıldı” gibi tek düze sorular ve aynı tek düzelikteki cevapları ile geçti yolun bir bölümü. O arada otomatik sorular sorup, cevaplar alırken Mustafa’nın zihni derinlere daldı gitti. Kafasının içinde yedi ses, altısı durmaksızın konuşuyor. Onların kavgasından süzüp çıkardıklarıyla kendisine konuşuyordu. “İşte o” diyordu kendine. “İşte yıllardır beklediğim kadın, kızımın annesi”.
Burada bir parantez açıp bir dip not düşelim, bu anlatılanlar olayın sadece bir yüzü sonlara doğru buraya bir daha gelip öteki yüzüne de bakacağız. Ama o an için öyle bir ikinci yön söz konusu değildi. Bilirsiniz gönül ilişkilerinde bilet tek yön kesilir. Yola çıkan ne arkaya bakar ne dönmeyi planlar. O zamanlar Mustafa da planlamamıştı geriye dönmeyi. Yıllar sonra bu kadar güzel hissettiren kadın hayatının kadını olsun istedi. Öyle davrandı, öyle değer verdi. O gün o havaalanında değer vermedi ama. O yaklaşık 10-11 yıllık bir mevzudur ve başka bir hikayesi vardır. Yeri gelmişken anlatalım.
10’lu yaşlarının başlarında, aklı kadına erkeğe ermeye başladığında sorgulamaya başladı kadını ve erkeği. Komünist doğmuştu Mustafa, her ne şartta olursa olsun eşitlik derdi. Daha okula başlamadığı yaşlardı. Ablasıyla ortak işledikleri bir suç ablasının üstüne kalmıştı ve ceza sadece ablasına kesilmişti. Babalarının cezası genelde 5-10 dakika dışarda bekletmek olurdu. Soğuk kış günlerinde zihin açan soğukta insanı düşünmeye iten bir cezaydı bu. Neyse suç ablasının üstüne kalmıştı ama Mustafa ondan önce çıkmıştı dışarı. Ablası içeri girene kadar da beklemişti yanında. Mustafa’nın eşitlik anlayışı onu gerektiriyordu. Yaşı ilerledikçe sorunlar ve çözümler değişti ama Mustafa hiç değişmedi. Kadını ve erkeği düşünürken de bu böyleydi. Aklı ermeye başladığında toplumun kadına vurduğu ketler rahatsız etti, toplum neden ket vurur ve gerekli midir? Ama o günün onlu yaşlarının başındaki Mustafa’yı rahatsız eden, ketlerin tek yönlü vurulmuş olmasıydı. Orta okulda kerhane kavramını öğrendiğinde tuhaf gelmişti. Bunun kadınlar için olanı var mı acaba diye epey düşünmüştü. Yokmuş. Yani kısacası toplumun erkeğe getirdiği serbeste ve kadına getirdiği kısıtlamalar Mustafa’nın kendi eşitlik anlayışına aykırıydı. Mustafa bir çocuk olarak bunu değiştiremezdi ama bir şekilde tepkisini göstermeli ve içini rahatlatmalıydı. O yüzden 15-16 yaşlarında bir karar verdi. “Madem toplum evlenene kadar cinsel ilişkiyi kadına yasaklıyor ben de kendime yasakladım” diyerek bir karar aldı ve böyle gösterdi tepkesini. İlerideki karısı her ne sebeple olursa olsun bir erkeği üryan görmeden hiçbir deneyimi olmadan ona gelecekse o da aynen öyle gitmeliydi, işte bu Mustafa’nın eşitlik anlayışını tatmin eden bir tutumdu ve yaklaşık on yıl seve seve bu kararının arkasında durdu. Açıkçası Mustafa gibi ağır düzeyde asosyal bir kişi için çok da zor bir on yıl değildi. Hatta birçok kez hayatını kolaylaştırıldığı da olmuştu.
Yani o gün o takside yolculuk ederken son on yılda aldığı en büyük kararın sonuna yaklaşıyordu. Denebilir ki kendisini kandırmış olabilir. Ama geçen on yılda her gün olmasa da kız arkadaşlarıyla aynı yatakta uyuduğu da oldu. Ama öncekilere hiç hayatının kadını olarak bakamamıştı. O zamanlar başka bir kadına aşıktı. O sebeple ne aşık olduğuna ihanet etti ne kendine verdiği söze. O gün orada bir haftalığına bir tatile gidiyordu, aynı odada da kalsalar aynı yatakta da uyusalar Mustafa’yı etkileyebilecek bir şey yoktu, içindeki kıpırtı ve kafasının içindeki ses dışında. O taksiden inmeden Mustafa kararını vermişti yanında oturan kadına kızı “Anne” diyecekti. Tabi o da kızının Mustafa’ya “Baba” demesini hayal ederse.
Hotel California; yok, o Eagles şarkısındaki Hotel California değil. Bu Fatih’ten Sultanahmet’e inerken, Dikili Taş’ın oralarda. Evet, otele girdiğinizde sıcak denebilecek bir ortamla karşılaşıyordunuz ve evet, birileri size Hotel California’ya hoş geldiniz diyordu ama şarkıdaki gibi sevimli bir yüzden bahsedilemezdi. Daha çok “Mesai bitse de gitsek” diye saat sayan bir resepsiyonistti. Mustafa’nın keyfi yerindeydi, zamanı ve mekânı şarkılarla kıyaslıyordu sırf anın tadını biraz daha fazla çıkarabilmek için.
İlk gece kısa bir yürüyüş ve atıştırmalık bir sokak yemeği ile geçti.
Normal şartlar altında Mustafa’nın ülkesinde oldukları için gezilecek ve görülecek yerleri onun bilmesi ve organize etmesi gerekirdi ama daha ilk günde bir klişe vücut bulmuştu. Evet, o “Elin gavuru bizim ülkemizi bizden daha çok geziyor” klişesi. İstanbul, Avrupa’da görmediği son metropoldü Kalina’nın, Mustafa’nın ise gördüğü ilk. Haliyle gezme kültürüne sahip olduğu için daha organize hareket ediyordu Kalina. Mustafa ise klasik kültür magandası. Kalina, o tarihi dokuya ağzı bir karış açık bakarken Mustafa “Taş toprak işte” kafalarındaydı. Ama bu Mustafa’nın kabahati de değil, ne okulda gördü böyle bir değer kavramı ne ailede. Kalina ise dibine kadar almıştı o edebi, adabı. Altı gün boyunca sabah otelde kahvaltıyı yapıp sonra yürüme mesafesindeki gezilecek yerlerden birini seçip gezip dolaştılar. Hem Mustafa’nın ekonomik darboğazından hem onun bunu Mustafa’ya olumsuz yansıtmamaya çabasından hesaplı yerlerde yediler, hesaplı aktivitelere gittiler.
Her güzel zaman gibi o altı gün de çok hızlı geçip gitti. İki yabancı olarak geldikleri İstanbul’dan bir çift olarak dönüyorlardı. Söylenmiş bir şey olmasa da kimse bunun adı ne demese de artık ne iki yabancı kalabilirlerdi ne de iki arkadaş olabilirlerdi. Artık görüşeceksek bunun ne şartlarda olacağı belliydi. Tabiatın kadın ile erkek arasındaki yazılı olmayan kanunları aralarındakinin adını koymakta zorlanmıyordu. Valizlerini toplarken sadece kirli çamaşırları koymadılar içlerine. Kalina’nın valizine Mustafa’dan bir şeyler girdi, Mustafa’nınkine Kalina’dan. Umutlar, anılar ve beklentiler. Geldikleri yolla geri döndüler, dönüş yolunda da geliş yolundaki gibi çok fazla söze gerek yoktu. İnce bir burukluk ama doygun bir sevinç. Sonuçta ikisi de yetişkin insanlardı. Ve ilk görüşme için vaat edilenden fazlasıydı. Valizini teslim edip biletini yazdırınca artık Kalina’yı o ülkede tutan hiçbir şey kalmamıştı. İleri basan ama geri geri giden adımlarla yönelmeden önce uçağına bineceği kapıya, son bir kez sarıldılar. Bir hafta önceki gibi, nefes kesercesine sıkıca.
Zaman yeni anlamlar kazandı o bir haftadan sonra. Beklemek diye bir gerçekle tekrar tanıştı Mustafa. Öyle ki o askerde dahi tezkere falan beklememişti. Uzun zaman önce beklemeye dair olan yetisini kendi isteğiyle yok etmişti. Ne kadar da güzelmiş insanın bekleyecek bir şeyinin olması. Bir günü beklemediğinde her gün ne kadarda haybeye geçermiş.