Hastalıkta Sağlıkta

SÜVEYDA

Ersin Niyaz

11/30/202415 min read

12 Aralık.

Haber o gün düştü Mustafa’nın kapısına. Kalina bir kelime etti ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi, bir daha hiç eskisi gibi olmayacaktı. “Hamileyim” dedi. Mustafa bunu ne kadar bekledi bilmiyordu. Kalina ile yaklaşık bir sene, ondan bağımsız yıllarca. Her ne kadar bu esnada yaklaşmakta olan sorumluluğu tahayyül edemese de o hazırdı. Ve kendince bu mutluluğun sarhoşluğunu sonuna kadar hak ediyordu. O sarhoşluğu anlatmak kolay değil. Genlerinin onunla gurur duyduğunu hissedebiliyordu adeta. Mutluydu. Artık yıllardır kurduğu hayaller hayal değildi. Artık yaşamak için, çalışmak için, daha iyi bir adam olmak için, hatta sevmek ve sevilmek için sebeplerin en güzeline sahip olduğunu hissediyordu.

Paylaşması gerekti. Ailesine söylemek istedi ilk olarak. Ama insan bilmediği duyguları yaşarken daha önce hiç kurmadığı cümleler kurmak zorunda kalıyordu. Bu bir dili yeniden öğrenmek gibiydi. O yüzden ilk gün söyleyemedi, biraz da bu mükemmel haberi bilen tek insan olmanın keyfini yaşamak istedi.

Ertesi günü anne ve babasını berber yakaladığı bir anda damdan düşer gibi “bir torunununuz daha olacak” dedi. Annesi “Ablan gene mi hamile” dedi. Mustafa Türk aile yapısının işleyiş sıralamasını atladığı için bu sorunun sorulması gayet normaldi. Zira sıralamanın ilgili bölümü evlilik, çocuk diye yazılıydı. Mustafa aykırı gelmişti. “Hayır Kalina hamile, benim bir çocuğum olacak” dedi. Ailesinin en sevdiği tarafları o mutlu isem “toplum ne der” zırvasını hiçe saymalarıydı. Bunu defalarca görmesine ve alışık olmasına rağmen annesinin gayri ihtiyarı sorduğu soru ile başka bir ailede durumun aslında ne kadar büyük bir sorun olabileceğini fark etti. Onlara olan saygısı bir kere daha perçinlendi.

Haberin yarattığı mutluluk hissinden dolayı konu üzerine konuşulması gerekiyordu. Ama konu pek üzerinde konuşulabilecek bir konu değildi. Akışı sağlayacak birçok soru sorulabilir sorular değildi. Mesela “Baba oluyorum” diyen bir adama “Ne zaman yaptın” diye bir soru sorulamazdı. O yüzden babasının gevrek gülüşü ile onları konu üzerine konuşmak için baş başa bıraktı Mustafa. O da hala inanamıyordu zaten.

O günlerde hayal alemlerinde gezmek çok kolay yapılır bir eylem olmuştu. Ne zaman bir hayal dünyasına dalsa kendini çocuğu ile buluyordu. Enteresan bir şekilde artık cinsiyeti ile ilgilenmiyordu. Yıllarca kız evlat hayali kurduktan sonra ihtimalin yüzde elliye inmesi, ya da görece çıkması düşünceleri değişikliğe uğratmıştı. Herhalde ebeveyn olmanın iç güdüsü böyle bir şeydi. Evlat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun kabul etmeyi şart koşuyordu. Ama Mustafa bir taraftan dua ve dilek haklarını kız olsun diye kullanmıyor da değildi.

Gayri ihtiyari Kalina ile daha sık konuşur oldu. Her anı merak ediyordu. İyi durumda olması onun için önem derecesi olarak en üst sıradaydı. Bir taraftan da önlerindeki süreçte onları bekleyenleri öğrenmek için araştırma yapıp, merak ettiğince okumaya çalışıyordu. O zaman fark etti ki internet bu konu hakkında tam bir çöplüktü. Genel anlamda bir bilgiye ulaşmak ve doğruluğunu teyit etmek neredeyse imkânsız gibi gözüküyordu. Bu sebepten sadece biyolojik olguları öğrenmeye ve takip etmeye karar verdi.

Kalina doktora gidip ilk ultrason görüntüsünü paylaştığında daha altı haftalık, birkaç milimlik minik bir embriyo idi. Bu haftadan sonra hafta-hafta gelişimini takip etmek ve hamile annenin vücudunda yaşanacak muhtemel biyolojik ve psikolojik değişiklikleri öğrenmek misyonunu kendine edindi. Kalina aradaki mesafeden dolayı kendini yalnız hissetsin istemiyordu. Bu konu hakkında onunla konuşup nasıl hissettiğini dinlemek hem ona zevk veriyordu hem de Kalina’ya bir çeşit destek oluyordu. İlk üç aydaki koku hassasiyeti ve sürekli gelen mide bulantıları bu aşamayı zorlaştıran noktalardı.

Maalesef bu evreyi yalnız geçirmek zorundaydı Kalina. Mustafa’nın en erken yanında olabilmesi şubat ayının ortasına denk geliyordu. Ailesi ile yaşadığı günlük hayatın getirdiği fikir ayrılıkları dahi Kalina’yı ağlama noktasına getirecek histerilere sebep oluyordu. Bu durumda onun yanında olamamak Mustafa’yı son derece rahatsız eden bir durumdu. Evet, hamile olan Kalina’ydı ama ikisinin çocuğuna hamileydi. Mustafa’nın algıları gereği ortada üstesinden gelinecek bir durum varsa bunun üstesinden gelirken Mustafa’nın onun yanında olup ona destek olması gerekirdi. Bu gereksinimleri de aklının bir köşesine sabitleyerek muhtemel en kısa zamanda gerekli tüm evrak işlerini hallederek vizeyi aldı ve nikah için gerekli olan evrakları temin etti.

Göç tarihi olarak 23 Şubat 2013 tarihi belirlendi. O gün ne kazanmaya gittiğini düşünürken neden vazgeçtiğini pek fazla düşünmemişti. Bugün ise neye sahip olduğunu bilerek dönmüyordu göç ettiğim yerden.

23 Şubat’ta geldi. Heyecanlıydı. İlk defa ailesine geliyordu çünkü. Ebeveynlere gitmek de aileye gitmek olsa da insanın sorumlusu olduğu bir ailesi olması başka bir kavramdı.

Bundan sonra geçen zamanda sadece nikah kıyıldı. Kalina mastır eğitimini tamamladı Mustafa’da çalışma izni için bekledi. Evlatlarının Mustafa’nın dualarında olduğu ve beklediği gibi kız olacağını öğrendiler. Mart ayında nikah işlemleri için başvuruda bulundular ve ilk muhtemel tarih olan 27 Nisan 2013 tarihine gün aldılar. Süveyda’nın doğumuna kadar hayat tekdüze bir rutinde geçti. Her cümlenin sonuna “hayatım, bitanem, aşkım” gibi taze aşk kokan sözlerle dolu bir süreç.

27 Nisan tarihi geldiğinde Mustafa’nın kendinde fark ettiği bariz değişiklik aldığı kilolardı. Görece kısa boylu olsa da vücut porsiyonu idare eder seviye iyi olduğu için klasik elbiselerin içinde kendini genelde beğenirdi. Ama o gün aldıkları takım elbise içindeki kadar hiç çirkin görmemişti kendini. Hamile olan ve göbeği büyüyen Kalina’ydı ama Mustafa da onunla kilo alıyordu. Bunun iki ana sebebi vardı; fiziksel ve psikolojik. Fiziksek sebebi; beslenme alışkanlığı değişmişti. Türkiye’de durum gereği sebze ağırlıklı beslenip aşırı aktif olarak hareket ederken Polonya’ya yemeye alışık olduğu sebzeleri bulamadığı ve et daha kolay ulaşılabilir olduğundan yeme alışkanlığı tamamen değişmişti. Psikolojik sebebi; Kalina hamileliğin getirdiği kısıtlamalardan dolayı sınırlı hareketler yapabiliyordu. Mustafa’da onun hiçbir alanda yalnız hissetmemesi için onun yapabildiğinden fazlasını yapmayı reddediyordu. Tabi bu sonradan farkına vardığı bir durum, o zamanlar sadece tembelleştiğinden dert yanıyordu. Sonuç olarak yaklaşık on kilo almıştı ve kendi kendine çirkin gözükmekteydi.

Sadece Kalina’nın ailesi ve şahitlik yapacak iki arkadaşının katıldığı, sadenin de sadesi bir nikah töreni ile “EVET” dediler birbirlerine. Üstüne bir de şu yemini ettiler;

“Hastalıkta ve sağlıkta,

iyi günde ve kötü günde,

yoksullukta ve bollukta,

ölüm bizi ayırana kadar

seni seveceğime yemin ederim.”

Özeti bu kadardı ama bunun daha ağdalı ve tutulması kat ve kat zor olanını tekrarlatmışlardı onlara. Daha önce bahsi geçtiği gibi Mustafa’yı bağlayan bir söz değildi. Ömründe ilk defa gördüğü bir insanın bu sözlere istinaden ona bir kâğıt imzalatmasının herhangi bir önemi yoktu. Ama insanın değer verdiği, “eşim” dediği kişinin gözünün içine bakarak bu cümleleri etmesi Mustafa için ego okşayan güzellikteydi.

Nikah bittikten sonra koridorda bir yerde üstlerine bozuk para atıldı. Nikaha dair en tuhaf an bu andı. Daha önce Kalina bundan hiç bahsetmemişti. Söylediğine göre ona da sürpriz olmuştu. Bu ikinci evliliği olduğu için bilerek ona bu tip ritüelleri sormaktan da kaçınmıştı Mustafa. Sorabileceği herhangi bir soruyu daha önceki evliliğinden kaynaklı tecrübe ile ilintilendirip kırılmasından imtina etmişti.

Nikahtan sonra Kalina’nın üvey babasının organize ettiği bir akşam yemeği yendi ve o güne dair bütün ritüeller tamamlanmış oldu. Yani aslında evlenmek bu kadar basitti. Bu bir yerde Mustafa’nın kendi ile olan iç meselelerinde toplum dayatması karşısında galip gelmiş olmanın haklı (!) gururuydu. Gereksiz bulduğu hiçbir şeyi yapmamıştı. Nikah yüzüklerini dahi sembole indirip gümüş yüzük almışlardı. Tabi çok sonra fark etti kendi kendini dinamitlediğini.

İleride kara, karamsar cümlelere çok vakit olacak o yüzden, o günlere gelmeden güzel şeyleri anlatmak gerek. Mustafa not defterine şöyle yazmıştı: “Bir erkeğin eşinin hamile olması mesela; nefes alan bir canlının başına gelebilecek en güzel ikinci olgu. Birincisi ise hamileliğin bitiminde kucağınıza gelen. Hamile bir eşe sahip olmak başka bir bedende yeniden büyümek gibi. Parçalanmak ve o parçanın hayat buluşunu izlemek. Gözlerinizin önünde büyüyen bir göbek ve o göbeğin içinde bir parçanız olduğunu bilmek. Ben süslü cümleleri iyi kurarım. Ama size o kalp atışlarını dinlemeyi anlatacak kadar güzel cümlelerim yok. O sadece yaşamak refleksinin önüne başka bir değer koymak. Belki bu yüzdendir prolactin denen hormonun artarken testosteron hormonunun seviyesinin azalması. Bu evrede bir cinsiyete ihtiyacı yok insanın. Tek ihtiyaç sizin için bölünmeye çalışan annenin ihtiyaçlarını karşılamasına yardım etmek.” Erkeğin acizliğinin başladığı nokta da burasıydı aslında. Taşıyan ve oluşturan olmadığından sanki ikinci sınıf hak sahibi gibi muamele görmesi bu yüzdendi. Lakin hiçbir kadın da anlayamazdı başka bir bedende büyümeyi, başka bir insanla can bulmayı. Bu da erkeğin sınavıydı. Erkek kadınına bu sebepten âşık olur, bu sebepten eve aş taşırdı. Ve modern çağ, erkeği bu yüzden gereksiz kılmaktaydı, çünkü bu çağda kadın avlıyor, topluyor ve ürüyordu.

Güzel cümleler yazma işi gene olmadı, sonu gene kara karamsar bitti. Öyle ki bu vakitten sonra söyleyecek pek bir güzellik yok. Ama Mustafa biraz daha güzeli yaşadı. Dibine kadar hem de. Gözlerine baktı mesela karısının, kalp atışlarını dinledi. Ve kızının kalp atışlarını. Yapamadıklarını yaptı, hayatının eksik kalan yanı oldu onun için. Ayak tırnaklarını boyadı mesela, yüzündeki bir tebessümü görmek için. Ya da o salak köpeğe katlandı, sadece o mutlu olsun diye.

Sonra uzun uzun kızının adını düşündü. Kalina’nın ne koymak istediği belliydi. O kızını Amelia diye çağırmak istiyordu. Saçama geldi Mustafa’ya, temeli olmayan, içi boş bir filmden canının parçasına isim bulmak. Ama saygı duydu.

Mustafa’ysa uzunca bir zaman kızını Nil diye çağırmayı istemişti. Ama yaşadığı ve yaşamayı planladığı ülkenin dil yapısı bu fikri pek beğenmemişti. Çünkü diğer birçok Slav dilinde olduğu gibi Lehçe'de de tüm dişil işimler dilin yapısı gereği ‘a’ harfi ile sonlanıyordu. Açıkçası kızının böyle bir sorun yaşamasını istemiyordu. Polonya gibi tarihi savaşlar ve mağlubiyetler barındıran bir ülkede yabancı olmak pek de hoş karşılanan bir durum değildi o zamanalar. Mustafa yabancı olduğu için bu konuyu kolayca sindirebiliyordu, ama kızının doğduğu anavatanında sadece isminden dolayı sorun yaşamasına sebep olmak onun babalık tanımımın dışındaydı. O yüzden ‘a’ ile biten ama aynı zamanda da Türkçe bir karakter barındıran bir isim bulmaya karar verdi. Doğumdan önceki birkaç ay bunun için okuyarak ve dinleyerek geçti. Arayarak bulamayacağını, bunun tesadüfen bulunacak bir mucize olduğunu biliyordu. Kardeşinin adı konurken aniden ona sorulması ve onu hiç düşünmeden ve hiçbir fikrim yokken bir ismi çok sevmesi Mustafa’da farklı bir düşünce yapısı oluşturmuştu. Ona göre insan zaten ismiyle yaratılır, ismi koyan seçtiğini sanır ama sadece kendine biçilen rolü oynardı. Mustafa’da bu sebepten isim seçmekten ziyade kızımın ismini arıyordu.

Sonra o aralar çok sık dinlediği bir müzik gurubunun sevdiği bir albümünün ismi kulağına çok hoş gelmeye başlamıştı. Tamam dedi. “Ben kızıma böyle seslenmek istiyorum.” Süeda. Peki ya anlamı? İsimlerin anlamlarının kişilerin bakış açısına etki ettiğini düşündüğünden kelimenin anlamı onun için en önemli husustu. Süeda kelimesine baktığımda “1. Kalbin ortasında var kabul edilen siyah nokta. 2. Tohumun ortasında bulunan tanecik. 3. Kalpteki gizli günah.” Anlamlarını taşıdığını gördü ve hemen vazgeçti. Allah aşkına kim evladını “gizli günah” diye çağırmak isterdi. İsimden tamamen vazgeçse de kızının isminin yakınlarda olduğunu biliyordu artık çünkü Süeda kelimesi kulağa çok güzel geliyordu. Sesi hayalindeki kızına çok benziyordu. Sonra buna yakın sesler aramaya başladı. ‘s’ ile başlayıp ‘a’ ile biten kelimelere daha fazla kulak kabartmaya başladı, derken Şüheda‘yı okudu bir yerde rastgele. Bir zaman “acaba mı?” dese de sonra vazgeçti. Yaşamak için geleni gelmeden ölümden bir mana ile çağırmak doğru gelmedi. Kelimeye atfedilen kutsallık ise başka bir vazgeçme sebebiydi. Şehitler genç ölür ve genç ölümü kabul etmek zordu. Şehadetin kutsallığı ölümün kabulünü kolay kılardı. Genç öleni tanımlar ve tamamlardı. Oysa Mustafa’nın kızı tam olarak, tamamlanmış olarak yaşamaya geliyordu. O yüzden Şüheda onun aradığı ses değildi. Ama daha da yaklaşmış hissediyordu. Tam bu evrede aklına anlamı olmayan bir kelime inşa etmek geldi. Hakkında düşündüğü iki isimde de ortak olan harfleri “üeda” diye bir dizilim çıkmıştı. Mustafa’ya yapmak için geriye kalan tek şey ise birkaç sessiz harfi aralara serpiştirmekti. Kızı ile Kardeşinin adı aynı harfle başlasın diye başına bir “S” kondurdu. Sadece bir harfin onlara bir ortak nokta kazandıracak olması Mustafa için bir tebessüm vesilesiydi. Ablası ile isimlerinin sonundaki kafiye Mustafa’yı hep mutlu ederdi. Sanki anne-baba bir şair ve çocuklar iki dizelik bir şiir gibi gelirdi. Kızına heyecanlanırken öğrendi o şiirin tek bir dizesinin dahi ne kadar eşsiz olduğunu. İşte bu duygulardan kızıyla kardeşi bir harfi paylaşsın fikri çok güzel geldi Mustafa'ya. Neyse zaten, Şü- sesinin telaffuzu zor olduğundan ve “shü” gibi asimilasyona maruz kalabileceğinden “Ş” ile başlamak şansını baştan kaybediyordu. O sebepten SÜVEYDA olsun dedi.

Hiç yabancı gelmedi. Sanki Mustafa bunu daha önce duymuştu. Evet, böyle bir isim vardı. Arama motoruna Süveyda yazınca -adının anlamı- diye algoritma tarafından tamamlanıyordu. “Mutlu, mes’ud, bahtiyar insanlar. Kutlu, uğurlu insan.” Anlamına gelirmiş Süveyda. O gün öğrendi. Hangi baba kızını mutlu mes’ud insan diye çağırmak istemez. Aranan isim bulunmuştu. O gün karar verdi ve Kalina ile paylaştı.

Gene Polonya’da yaşayacak olmalarından dolayı Süveyda Amelia olsun istedi. Kimse Süveyda’yı kolayca hatırlayamayacağından Amelia’yı kullanacağını varsayarak Süveyda Amelia olmasını Kalina’ya teklif etti. Gerekirse S. Amelia olarak kullanabilirdi. Gayet doğal ve mantıklı karşıladı. İsim konusu da böylece halledilmiş olmuştu.

Mayıs ayı geldiğinde Kalina mastır ile ilgili eğitimini bitirmişti ve Mustafa Polonya’ya geldiğinden beri hamilelik dolayısıyla raporluydu, Mustafa ise halen yasal bir statü kazanabilmesi için gereken oturum kartının prosedürleriyle uğraşmaktaydı. Uğraşmak da bekleme sadece. Polonya bürokrasisinin temelindeki yılmaz bekletme politikası ile o zaman haşır neşir olmaya başladı. O aralar Kalina ile konuşurken köyde ailesi ile bir müddet zaman geçirmek, onlarla yaşamak istediğini fark etmeye başladı Mustafa. Kalina bunu doğrudan telaffuz edemese de Mustafa onu neredeyse iki yıldır tanıyordu ve imalarını anlamak artık zor değildi. Bu Mustafa için de gayet kabul edilebilir bir durumdu. Evin ormanın içinde olması onu oraya gitmeye çok kolay ikna ediyordu.

Bir taraftan da Kalina’nın üvey babasının 81 yaşında olması gerçeği Mustafa’yı gereğinden fazla düşündürüyordu. Onunla empati yaptığında her insanın yaşama hakkı olan bazı mutluluklar için fazlaca beklediğini düşünüyordu. Onun, kızım dediği ve öyle babalık yaptığı Kalina’nın hamileliğinin son iki ayını günbegün görüp yaşaması Mustafa için önemliydi. Karşıdaki insan 80 yaşını geçmiş ise keşke dememek için adımları daha dikkatli atmak gerekiyordu.

Mustafa teklif etti. “Hadi” dedi, “annen baban orda koskoca evde tek başlarına, ben bu şehir hayatını sevmiyorum, fırsatımız varken gidip onlarla vakit geçirelim”. Böylece kalktılar köye ailesinin evine yerleştiler. Burada beklemek daha katlanılabilir bir aktiviteydi. Mustafa’nın Türkiye’deyken annesine hediye olarak yaptığı kibrit çöpü maket evi girişte hemen görülebilecek bir yere koymuştu. İkinci buluşmalarında Kalina’ya hediye ettiği lamba ise evde onlara ayrılan fakat kullanmadıkları yatak odasında duvara monte edilmişti. Yaptığı şeylerin değer gördüğünü görmenin motivasyonu Mustafa’yı bu gibi el yapımı şeylere daha çok yöneltti. Daha önceki kırk beş günlük gelişinde de Kalina’nın işte olduğu zamanlarda internetten öğrendiği dergi kağıtlarından sepet yapma hobisi buradaki bekleyiş zamanını dolduran yegâne aktivite oldu. Daha sonraki günlerde depoda ve garajda bulduğu marangozluk aletleri onu adeta bütün günü onlarla geçirmesine neden olacak kadar mutlu etmişti.

Kalina kızları için almaları gereken eşyalardan bahsediyordu. Karyola, bez değiştirmek için sehpa vs. Mustafa karyolayı ve bez değiştirmek için gereken sehpayı yapabileceğine emindi. Ikea’daki işçilik olarak ucuz tasarımlara bakınca kendine olan inancı daha da pekişmişti. Ve yaptı da. Hatta karyolasının arkasına bir de kendi çocukluğunun çizgi film karakterlerini çizdi. Onunla da yetinmeyip bir de sallanan bir beşik yaptı.

Bu ahşap işleri ile vakit geçirirken depoda sürekli yeni alet edevat buluyordu. Kalina’nın üvey babası sanki planlamış gibi onun heves edebileceği her şeyi yıllar önceden alıp depoda bir yerlere kaldırmış gibiydi. O arada bir çapa makinası buldu. Büyük deponun arka tarafındaki boş arazide sebze yetiştirmemek için hiçbir sebebi yoktu. Haziran ayı başı gibi havalar ısınınca ona da başladı. Evet, sabah kalkıp gittiği bir iş bulamamıştı henüz ama boş da oturmuyordu. Orada domatesten taze fasulyeye, biberden turpa, salatadan ayçiçeğine yetişebilecek her şeyi yetiştirdi. Sadece patlıcanı fidelendirmek için geç kaldığından daha çiçekteyken havalar soğumaya başladığından sebzesini göremedi.

Aslında bu yaptığı şeyler ne kadar farklı dünyaların insanları olduklarını da gösteriyordu. Onların ülkesinde, onların evinde, onların eşyalarıyla yaptığı şeylere sanki mucize üretmiş gibi bakıyorlardı. Evet, bir hayal ile çapa makinası almışlardı ama gösterdikleri reaksiyonlar o aleti alırken kurdukları hayale hiç inanmadıklarını ispatlıyordu. Kızlarını seviyor ve değer veriyor olmamın yanında bu beraber geçirdikleri kısa süre zarfında onların evinde onların araç gereçlerini kullanarak yaptığı şeyler de Mustafa’ya saygı duymalarına vesile olmuştu.

Sözlü konuşulan, anlaşabilecekleri ortak bir dil olmamasına rağmen üvey babasının gelip Mustafa’yı kontrol etmesi, bir ihtiyacının olup olmadığını Kalina’ya sorması, ya da fırça, vernik, gübre vs. herhangi bir ihtiyaç olduğunda ne işleri olursa olsun bırakıp birisinin gidip eksiği tamamlaması Mustafa’nın onlara karşı bir minnet duygusu geliştirmesine vesile oluyordu.

Genel olarak mayıs ve haziran ayları böyle geçerken Kalina artık hamileliğin son haftalarına gelmişti. Doğum için muhtemel tarih olarak 12 ile 17 Temmuz arası öngörülmüştü. O tarih aralığı yaklaştıkça Kalina’nın haklı endişeleri de daha da canlanmıştı. Hem doğum hem sonrası çok yabancı olduğu durumlar olduğundan onda bir strese sebep oluyordu. Mustafa fiziki olarak bu stresi hissedemese de onun endişelerini olabildiğince paylaşmaya ve yalnız olmadığını ona hissettirmeye çalışıyordu. Evin arkasındaki ormanda çıktıkları günlük yürüyüşlerin mesafesi artık iyice kısalmıştı. Kızlarının kabına sığamadığı zamanlar gelmişti. Eğilip bağcık bağlamak dahil birçok günlük işinde Kalina’ya Mustafa yardım ediyordu. Bu Mustafa’yı ayrıca mutlu ediyordu.

Gerek hamilelik süresince okuduklarından öğrendikleri gerek kardeşi ve yeğeni gerek sülalede gördüğü bebeklerden edindiği tecrübe Mustafa’yı ilişkinin rahat tarafı yapmıştı. Bu rahatlıktan ötürü de Kalina’nın soru işaretlerini cevaplayıp onu da rahatlatmak ona düşmüştü. Eğer kucağınıza bir bebek verildiğinde siz de elinizdekiyle ne yapacağınızı bilmiyorsanız bu endişeyi gayet iyi anlayabilirsiniz. Mustafa Kalina’ya her şeyin yolunda olacağını, kızları gelirken onun gereksinimlerini yerine getirmek için yardımcı olacak olan sabır ve özgüveni de beraberinde getireceğini telkin ediyordu.

Temmuz 2013’e gelindiğinde artık tabiri caizse son düzlüğe girmişlerdi. Yaptıkları araştırmayla Lodz’da bir hastanede doğum için karar kıldılar. O hastaneye gittikleri kontrolde 12 Temmuz’da gelip hastaneye giriş yapmaları gerektiği söylendi. O tarihten itibaren her an doğum gerçekleşebilirdi. Onlardan istendiği gibi o tarihte hastaneye gittiler ve Kalina’nın girişini yaptılar. Refakatçiye gerek olmadığı için izin verilmediğinden Mustafa geri dönmek zorunda kaldı. Ertesi günü gündüzü beraber geçirseler de akşamına Mustafa gene eve döndü. 14 Temmuz ise büyük gündü.