Leşber

SÜVEYDA

Ersin Niyaz

11/14/20246 min read

Köyde yaşayanların ekseriyetinin aksine Mustafa köy hayatını severdi, onun için hep en ideal yaşam biçimi oymuş gibi düşünürdü. Her ne kadar ailesi onu, o hayattan hoşnut olmadıkları için birçok zorluğa katlanarak okutmaya çalışsalar da o özünde onlarla aynı fikirde olmadığı için okula hiçbir zaman gereken ilgiyi göstermemişti. Hoş okumasa iyi bir çiftçi olur muydu? Bunu hiçbir zaman bilemeyecek olsa da onun şahsi kanaati çiftçilikte de vasat bir adam olurdu. Mükemmeliyetçiliği vasat seviyesinde olduğu için hangi işin ucundan tutsa vasata erişene kadardı. İşin kötü denmeyecek seviyeye geldiğini fark ettiğinde ilgisini kaybederdi. Hayata bu felsefe ile baktığı için köyde yaşamak onun için biçilmiş kaftandı. Yeni yaz sezonuna kadar kredi kartının asgarisini ve telefon faturasını ödeyecek kadar para kazanmak onu tatmin ediyordu…

Narhisar; 8 Şubat 1986 Cumartesi sabahı saat sabah 8:30 sularında Mustafa’nın dünyaya gözlerini açtığı yer. Muğla’nın Milas ilçesinin Selimiye nahiyesine bağlı 350 nüfuslu bir dağ köyü. O kadar dağ köyü ki Selimiye’den çıktığınızda 10 kilometre boyunca yüzde onluk bir eğim ile durmaksızın yokuş tırmanmak gerek ki varasın. Söylentiye göre Milas’ın 114 köyü içinde en yüksek rakımlı olanı. Belki de o sebepten Mustafa’nın Kaf Dağı’nın tepesinde oturan bir egosunun olması. Neyse, o şubat ayının cumartesi sabahı annesinin sancıları başladığında evde yalnızmış. Doğumun tam günü bilinmediğinden sabah annesini iyi gören babası, Niyaz Çavuş'u da ikna edememesinden ötürü keçi sürüsünü otlatmaya çıkmış. O zamanlar çobanlık yaparmış, Mustafa o sürüyü hayal meyal hatırlardı. Dedesi sürünün yarısına sahip olmasına rağmen cumartesi Mandelat Pazarına efradı ile şarap içmeye gitmişti. En azından babası öyle derdi. Hamile bir kadın, bir buçuk yaşında bir çocuk, evde yalnız. Sancısı başlayınca sadece kaynanası Gülsüm'e seslenebilmiş. Köyde insan doğurtabilen bir kişi varmış o zamanlar, o da yarı ebe yarı şaman. Yani tıbbi bir ilmi yok, sadece tecrübe. Karaefe Alisi’nin Gülsüm alelacele ebeyi almaya gitmiş. Ama Mustafa’nın o mükemmel şansı, ki o sene köyde sadece dört çocuk doğmuş ve o diğer üçten birisi Mustafa’dan yarım saat önce vermiş sinyali, haliyle ebeyi de o kapmış. Ebeyi bulamayan nine geri dönmüş. O doğurtmuştu Mustafa’yı. Ne de olsa kendisinin yedi çocuk doğurmuşluğu vardı, o da bir tecrübe yani.

Annesi o gün için ona hiç zorluk çıkarmadığını söyler, “uslu bir çocuk olacağın daha doğumundan belliydi” derdi. O gün Mustafa’nın babası olmakta zordu, akşam eve geliyor ve karısı doğurmuş.

O kadar yüksekte doğmak Mustafa’yı sürekli yükseklere çekerdi. Ya da Mustafa doğduğunda babasının dağlarda olması yerleştirmişti o içindeki onu sürekli dağlara çağıran dürtüyü. Bir insan yerli yersiz dağlara giderse deli derler köylük yerde, o yüzden deliliğe kılıf dikmek gerekir. Babasıyla Mustafa’nın kılıfı avdır. Onlar, dağlar onları çağırdığında evden ava diye çıkardı.

Teke Dağı’nın zirvesine yakın, kızıl çam ormanları kara çama döner, o kara çam kokusu bir çeşit bağımlılık gibidir. İşti, askerlikti derken epey uzak kalmıştı Mustafa o dağlardan, o yüzden o kışı dağlara ayırdı. Her fırsatta çam ormanlarının derinlerine gitti. Tahtalı diye bir kuş vardır. Kış aylarında sürüler halinde o dağlara göç ederlerdi. Yağmurlu bir havada yürümek isterse Mustafa tahtalı avına gideri. Köyde romantizm falan yoktur. Her avdan eli boş dönen Mustafa beceriksiz bir avcıydı belki. En azından köylünün yağmurda sırılsıklam eve dönen Mustafa’yı gördüğünde düşündüğü oydu. Köyde tabiat yaşamın bir parçası olduğu için tadını çıkarma gereği duymazdı insanlar. Onlar için bir kızıl çam ormanının içinden geçmek şehirlinin mutfaktan salona geçmesi gibiydi, buna başka anlam yüklenmez ve bundan başka bir tat alınmazdı. Alanı da anlamazlardı.

Bütün kış birkaç gün gereken minimum para miktarı için çalışıp, ihtiyaçları olduğunda da ailesine yardım etti. Geri kalan bütün zamanı dağlarda geçirdi. Askere giderken yaşlı bir kadından Duke’ü almıştı. Av köpeği diye. Bu hayvan hiçbir zaman usta bir avcı olmadı ama baba evinin gördüğü en değerli köpek olduğu da su götürmez bir gerçekti. Yarı kopay yarı kangal bir kırma. Kendi karakteri olan, nevi şahsına münhasır bir köpek. Köpekleri iş yarayıp yaramadığı ile değerlendiren birisiydi babası; Duke öyle bir hayvandı ki babasının dahi saygısını kazanmıştı. Mesela yazları yaylada kalırdı. Aç kalma pahasına, ekine domuz gelmesin diye beklerdi. Boş kaldığı kış gecelerinde kümesin kapsında yatar tilki beklerdi. Köyde yumurta yiyen köpekleri zehirlemek gibi cahil davranışlar vardır. O sebepten zehirlenmesin diye mecburen geceleri bağlanırdı. Kümese tilki geldiğinde bağlı olduğu için işini yapamadığından adeta sitem ederdi. Vejetaryendi. Askerden gelince Duke av konusunda yetenekli olmadığından Jazz’ı buldu Mustafa. Daha enikken. Elinde büyüdü. Ava götürdüğünde çok kez akşama kadar çantanda taşıdım onu. Bu iki köpek o kış en iyi arkadaşlarıydı Mustafa’nın. O nereye gitse ordaydılar. Belki de üçü hayatlarının en güzel kışını yaşadılar, en azından Mustafa en güzel kışlarından birini yaşarken her gün yanındaydılar.

Konuya geri dönmeden o asgari tutarları karşıladığı parayı nasıl kazandığını da anlatalım dilerseniz. Leşberlik denir, bir kavram vardır. Hani işe ihtiyacı olan ama vasfı olmayan insanlar der ya “Ne iş olsa yaparım” işte köy hayatında onun bir adı vardı. Leşberlik, ileşberlik de denir, sosyetede rençper de. Tam olarak ‘leşi çağrıştıran bir kelimedir ve leşberler genelde ağır, pis işleri yerine getirirlerdi. Mustafa’yı daha çok zeytin silkme ya da at ile zeytin taşıma gibi işler için bulurlardı. İyi ağaca tırmanırdı o zamanlar, o yüzden zeytin silkmek Mustafa için kolay bir işti. Zeytin taşımak ise daha çok nakliye işi, ona dair namı lise zamanlarından gelirdi. Dağlık arazide yağ fabrikalarının araçları her yere giremezlerdi. Taşıt yolu belli yerlere kadar varırdı. Yük araçların girebildiği yere kadar atlarla, eşeklerle ve yahut katırlarla taşınırdı zeytin çuvalları. 13-14 yaşlarında başlamıştı Mustafa o taşıma işine. Köyde yükü semerden indirebilen bir çocuksanız bu iş için biçilmiş kaftansınızdır. Çünkü sefer sayısına ve mesafeye göre bir gün içinde otuz kilometreye kadar yürüme gerektirebilin bir işti bu. Çocuklar genelde korkardı bu gibi işlerden köy yerinde. Hep bir “Ya yük yolda yıkılırsa” korkusu vardı. Mustafa’nın özgüveninin temeli belki de öyle öyle atıldı. O korkmazdı. -Yıkılırsa yıkıldığı yere bırakır, sonra babamla gelir tekrar sararım- diye pek umursamazdı. Zaten o zamanlar evdeki at Mustafa’nın çocukluk arkadaşıydı 7-8 yıllık hukukları vardı. Hayvan Mustafa’yı iyi tanır, onu ne kadar sevdiğini bildiğinden adımlarına daha bir özen gösterirdi. Atlar hisli hayvanlardır. Bu işi yapan başkaları yükü bıraktıktan sonra ata biner geri dönüşte yürümezdi, Mustafa ise hayvan zaten yoruluyor daha da yorulmasın diye yürürdü ve hayvan bir şekilde bunu bilirdi. Bu da onları iyi bir takım yapmıştı, her atın geçemediği yollardan onlar beraber geçtiği için hep birileri onları işe çağırırdı. Lise çağının bütün kışları o işle geçmişti. Ama o kış o kınalı at artık yaşlanmaya başlamış ve zayıftı. Cengiz Aytmatov’un Gül Sarı’sını hatırlatıyordu artık Mustafa’ya. O yüzden çalıştırmadı onu o kış. Belki ayda bir gün. Ki zaten hayvanın hala ailenin işlerini yapması gerekliydi. Mustafa kendi borcu da onun sırtından ödensin istemedi.