Rastlantı
Şiddetin kadını hedef aldığı zamanlarda kadını anlatan, kadınlara itafen yazılan bir hikaye. Ölümü haksızca çok erken kabul eden genç kadınlar ölümsüz olsun diye.
HIKAYE
Ersin Niyaz
10/6/202410 min read


Efsanede bir gölün kıyısında kutsal bir dağdan bahsedilir. Sıvacı kuşları ile anılan bu dağ aslında çok daha fazlasıdır. Kırım Hanı Devlet Giray’ın şamanı tarafından özel bir tılsımla saklanan kutu bulmak için yola çıkan bir kadın; aslında bu kut ile ölümsüzlüğü bulmayı ummaktadır. ki sadece ölümsüzlük de değil, hep genç kalmayı da hayal etmektedir. Şamanın sakladığı bu iksir de aslında Lokman Hekim’den beri var ola gelmektedir.
Şaman, tarifi ele geçirdiğinde sonsuz hayatın ihtimali öyle bir ızdıraba sebep olmuş ki etleri kemiklerinden kopup dökülürcesine bir hastalığa tutulmuş. Şaman bu sonsuz yaşam ihtimalinden ar edip reçeteyi yok etmeye karar vermiş. Lakin kaderin cilvesi de şifayı şamana reçetede de olan çiğdem çiçeğinden vermiş. Bunun sonucunda şaman reçeteyi kökten yok etmektense bir gün dünyanın bir halinde birisine gerçekten de gerek olur diye saklamış. Bu saklama öyle zor, öyle kolay olmalıymış ki ihtiyacı olmayanın bin asır arayacağı, ihtiyacı olanın ise bir günde bulacağı bir giz olmalıymış. Öyle de olmuş. Bilenler bu efsanenin kutsal dağdan geçtiğini bilirlermiş ama kimse ne zamanı bilir ne de yolu bulurmuş.
Gelelim yola çıkana, onu devlet başka, annesi başka, arkadaşları başka adla çağırır lakin burada bu adların hiçbirisinin telaffuzuna müsaade yoktur. Bu sebeple biz ona Feza diyeceğiz. Zira bu hikâye Zuhal’e kadar uzanmasa da kâh göğe çıkıp Güneş’i selamlayacağız, kâh yerin yedi kat dibine batacağız. İki yakası bir araya gelmeyen bir şehirde geçen hayatını iki ayağı bir pabuçta yaşamış, 46 yaşında ölmüş bir şairin “Yolun Yarısı” dediği yaşlarda bir kadın Feza. Her şeye vakti var da bir kendine yok hayrı. Saçına kaç ak düştü bilmeyiz de ilk ak düştüğünde bir sınavın peşinde masada uyuya kaldığı bir gecedeydi. İyi niyetliydi aslında, bu sınav dünyasında hayatın ona yüklediği sorumluluktan kaçmadı haddince. Ama uyuya kalıyordu hep çalışmanın esnasında. Ondandır ki hep geç kaldığını hissetti, hiç yetmedi çantasındaki. Bu huzursuzluk götürdü onu o aktara. Uyumaması gereken zamanlarda o kadar uyuya kalmıştı ki artık uykusuzluk hasıl olmuştu ömrün bu haziran ayında. Haziran dediysek o Feza’nın ömründen. Bizim hikayemiz mahmur çiçeklerinin yeni açtığı zamanlara denk düşer. Neyse adını koymasın diye doktora gitmediği bu uyuyamama haline bitkisel çözümler arıyordu aktarlarda. Bir cuma günü mesai sonrası yol üstünde gene bir aktar gördü ve içeri girdi. “Uyumak istiyorum” dedi, Tezgâhta duran yaşlı adama. “Çok şey denedim, çok tavsiyeye uydum ama uyuyamadım, bana bir şifa önerir misiniz?” Yaşlı adam “seçil bir şifa var elimde. Ama bu uyku seni başka diyara götürür. Sen uyursun lakin ruhun uyumaz. Ruh seni uyutur, gider de dönmezse uyandığında sen artık sen olmazsın” dedi. Ama Feza o kadar yorgun o kadar çaresizdi ki yaşlı adamın dediklerinden sadece “var” dediğini işitmişti.
Eve varıp akşam yaşlı adamın verdiği o üç yaprağı demlediğinde sıcak sudan çıkan buhardaki konu sanki huzurlu bir uykuyu müjdeleyen ilk büşra gibiydi. Genzinden sinüslerine doğru akan bu buhur çoktan hakikat ile hülya arasındaki perdeyi kaldırmıştı. Feza’nın bu dünyaya ait olanı çoktan derin bir uykuya dalmış, ışık aleminden olan bedeni ise hala uyanıktı.
Şaman tılsımı sadece bu nur aleminde nurdan var olanların görebileceği bir göze görünür kılmıştı. Feza da uyuyan bedeninde her şeyi görüyor ama bir rüya gibi anlıyordu. Ak saçlı bir ihtiyar bağrına kadar inen ak sakalını sıvazlarken “derdinin dermanı hekimdedir, zamanı mefhum olmaktan çıkaranı bul, mahmur çiçeklerinin açtığı ayda kamer kutsal dağdan çıkıp şafak sökmeden göle yakamoz olduğunda kutsal dağa git. Aradığın ordadır” der. Feza bu serabı gördüğünde ilk cemre havaya düşeli üç gün olmuştu. Uyandığındaysa cemrenin sudaki ikinci günüdür.
Yaşamın anahtarını bulma fikri bir anda her şeyin önüne geçer. Her şeye geç kalmış bir yarı ömürden sonra hiçbir şeye geç kalmama düşüncesi bütün benliğini kaplar. Feza dışardan bakıldığında normal hayatını yaşıyor ama günlük rutininin büyük çoğunluğunu bu giz üzerine düşünmek kaplıyordu artık. Bu düşünme hali de zaten yedi gün sürecekti. Uyuya kaldığı, işe gitmediği o kayıp zamanı açıklamak biraz güç olmuştu ama geriye dönük bir sağlık raporu ile o problemi de aşmıştı.
Takvim beş yüz altıncı artık yılın atmış yedinci gününü gösterirken ki Marcus Aurelius’un Roma İmparatoru oluşu da aynı güne denk gelmektedir; Feza bir haftadır her yerden araştırdığı kutsal dağın yerinden emin bir şekilde yola koyulur. Otobüs sabahın erken saatinde gölün kenarında küçük bir köye geldiğinde muavin Feza’yı uyarır. “Abla senin ineceğin yer burası”. Genç çocuğun rutin görevi içindeki bu ikaz nedense Feza’ya esra bir yol gösteriş gibi gelir. Sanki yol boyunca kafasını kemiren -acaba orası burası mı- sorusuna bir cevap bulmuş gibi onaylanmış ve rahatlamış hisseder. Sırt çantasını alır ve köye doğru giden bir kilometrelik yolu yürümeye başlar.
Feza’nın muavin ile bulduğu hissi rehberlik köye girişinden itibaren kendini daha da ayan bir hale büründürmüştür. Önce sevde, esmer bir kız çocuğu ona kalabileceği bir yer sorduğunda köyün öteki ucundaki yaşlı bir kadının işlettiği küçük bir moteli tarif eder. Feza bu motele giderken yol üstünde başka motellerin de olduğunu fark eder ama gene de çocuğun tarifinden çıkmaz.
Feza motele girdiğinde içerde şehname bir ezgi çalmaktadır. Bu ezgiye eşlik eden manzum söz dizininde ise ilk çağlarda buradaki sahil şehrine hüküm süren bir hükümdarın ummuhan annesi övülmektedir.
Yaşlı bir kadın Feza’ya yol gösterir ve onu şimal yönünde bir odaya yerleştirir. Bu odanın penceresinden görünen kayada Çömlekçi kuşu yuvasını yeni bitirmiş ve içerde rahat bir yatak yapmak için canhıraş çalışmaktadır. Zira yumurtlamaya çok az zaman kalmıştır. Feza bu kuşu izlerken düşünceye dalar, biraz çamur ve yumurtayı sıcak tutacak kadar pamuk-yün-tüy, yaşamak için tüm ihtiyacı olan bu. Ona kimse öğretmeden yuvayı yılanın ulaşamayacağı yere yapabiliyor. Yumurtanın üstünde geçecek on dört gün için kendine yetecek kadar besin depolayıp fazlasını düşünmüyor. Ama biz insan öyle miyiz? Bütün mistik hikayelerde ikaz edilip yılana karşı uyarılmamıza rağmen ihtiyacımız olmayan elmayı yiyen bir tür değil miyiz? Baş parmaktan hallice bir kuş bile belki de hayatında hiç karşılaşmadığı yılanın kötülüğünü bilirken bulduğu her fırsatta aklımızla övünen biz acaba ne kadar haklıyız? Feza kendi kendine bir düşünce aleminde kuşun hayatından ders çıkardığı sırada kapı çalar ve yaşlı kadın dışardan seslenir. “Girişte seni bekleyen birisi var.”
Aşağıda sarışın bir kadın beklemektedir. Feza geldiğinde ona “Zelda” der ve gider. Muavin, yoldaki kız çocuğu, çömlekçi kuşu; tüm bunlar bir iz, bir işaret gibiydi, bu da bir işaret olmalı diye düşünür Feza. O sırada yaşlı kadın söze karışır ve “eğer sana yol gösterecek olan savaşçı güçlü bir kadınsa manastıra gitmelisin” der. Manastır yedi kilometrelik bir yolun sonundadır. Gölün daha deniz olduğu zamanlarda bu manastırda savaşçı kadınlar yetiştirilirmiş. Şimdilerde ise kimsenin ispat edemediği ama herkesin inandığı yaşlı bir adam tarafından korunduğu gibi bir söylentiyle anılmaktadır.
Feza öğleye doğru hiç vakit kaybetmeden yaşlı kadının tarifi ile kırmızı beyaz boyalarla işaretlenmiş yürüyüş yolundan dağa doğru yola çıkar. İki saat kadar yürüdükten sonra kadının bahsettiği fundalıklara gelir ve burada yönünü cenuba çevirir. Çalılıklarda içine yalnızlığın ürpertisi dolar ve huzursuz hisseder. Bu hisle birlikte peşine takılan bacakları ve gözlerinin etrafı ve burun çevresi sarı, vücudunun kalanı da siyah bir köpek peşine takılır. Sanki yolun sonunda onu bekleyen yoldaki tüm engellere bir köprü, tüm belirsizliklere bir rehber koymuşçasına yolu yürünür kılmaktadır.
Bu sırada balaban katrelerle bir yağmur başlar. Feza ıslanacağını düşünüp kendine kızacakken birden damlaların üstüne düştüğünü fakat kendisini ıslatmadan kayıp gittiğini fark eder. Daha düşünüp şaşırmaya fırsat kalmadan köpek konuşmaya başlar “bunlara sibel denir. Yağmur bu yolun yolcusunu ıslatmaya muktedir kılınmamıştır”. Feza bu andan sonra hem yürür hem köpek ile bir sohbete başlar:
- Sen nasıl konuşabiliyorsun?
- Biz aslında hep konuşuruz asıl soru senin beni nasıl anlayabildiğin olmalı.
- Bilmiyorum, aslında bir ses de işitmiyorum ama seni kafamın içinde duyabiliyorum.
- Kim bilir belki konuşan da duyan da sensin.
- Benden önce bu yolu daha önce yürüyen oldu mu?
- En son gelen bundan beş yüz yıl önce yürüdü.
- O zaman da sen burada mıydın?
- Ben gizin bir parçasıyım, buradaydım ve burada olacağım.
- Peki yolun sonunda ne var?
- Onu sadece yürüyenler bilir. Benim buradan sonrasına geçmeme müsaade yok, ben sadece çalılığı beklerim, artık yalnız devam edeceksin. İleride bir kulübe var oradaki adam sana manastıra giden yolu tarif edecek.
Köpek birden ortadan kaybolur ve Feza yeniden tek başına kalır.
Bahsi geçen kulübeye vardığında artık yorulduğunu hissetmeye başlamış vakit de akşama yaklaşmıştır. Kulübede dinlenir yarın devam ederim diye düşünürken yaşlı ama dinç bir adam meşgul olduğu ebrudan eline bulaşmış boyaları bir el bezine silerek kapıyı açar ve dışarı çıkar. “Hoş geldin” der. Yorgunluğun tesiriyle olması gerekenden daha hoş bulmuştur Feza. O tam oturup dinlenmeye meylederken adam “geldiğin yoldan geri gideceksin. Yolda seni bir ceren karşılayacak. O ceylanı gördüğünde garba doğru yürü. “Ceren? Ceylan?” diye sorar bir ifadeyle ikiler Feza. Adam “biz ceren deriz halk arasında ise ceylan diye bilinir. Bu yolun sonunda aradığını bulmak istiyorsan hem halkı [geldiğin yeri] hem bizi [varacağın yeri] bilmek zorundasın” diye karşılık verir. “Peki geri gideceksem niye buraya kadar geldim” diye sorar Feza. Adam “bazan olduğun yerden varacağına ulaşmak için tecrübe gerekir, tecrübeden de varacağın yere doğru bir yol yoksa tecrübeyi edinince başladığın yerde dönüp yolu oradan yürümek icap eder” der, “ki dönmek gelmekten çok daha az vakit alır bilgi zamanı uzatır mesafeyi ise kısaltır. Garba yeterince yürüdüğünde bir tuğçe göreceksin. O küçük tuğu gördüğünde orada bekle, manastır orasıdır. Zamanı geldiğinde Kutsal Dağın Bilgesi seni orada bulacaktır” diye sözünü tamalar ve kulübeye geri döner.
Adamın dediği gibi Feza bir saatten fazla bir zamanda geldiği yolu on iki dakika gibi kısa bir zamanda geri yürüyerek cereni görüp garba döner. Artık hava kararmaya yakındır. Feza içten içe gece olmadan tuğçeyi bulmayı ummaktadır.
Gün batımında dağın zirvelerine yakın bir yerde artık hem garp hem şark ayaklarının altındayken aniden önünde küçük bir tuğ belirir. Yorgunlukla kendini bulduğu ilk taşın dibine bırakır. Gece için tek arkadaşı arkasındaki taştır, o da ona yaslanır. Varmış olmanın verdiği rahatlıkla üç gündür hiçbir şey yemediğini fark eder ve taşın refakatinde seher vaktine kadar derin bir uykuya dalar.
“Yasine!” diye bir nida ile irkilerek uyanır Feza. Daha güneş doğmamıştır ama seher vakti çoktan gelmiş, tan yeri ağarmıştır. Günün bu arı-duru temiz ilk ışıklarıyla aşağıdaki göl de tansu gibi berrak ve parlamaktadır. “Benim adım Feza, Yasine değil” der Feza, kendisini uyandıran o sese dönerken. Yaşlı bilgeyi gördüğünde fark eder ki gölün tansu berraklığı günün ışıklarından değil bilgenin nurundan ötürü. Kamer gitmiş yakamozu kalmış gibidir göl. Feza şaşkınlıktan dilini ısıra dursun.
Bilge anlatmaya başlar “İnsana yasine denir, sen de bir insan olarak onca yolu hayatın sırrını bulmak, yaşlılığını yenmek ve ebediyete ermek için geldin. Sen bu reçete bir tılsıma hapsolduğundan beri bu yolu ilk yürüyensin. Senden önce gelen reçeteyi getirmişti, şimdi sen götürmek istersin. Ama buna layık olman gerekli bugüne kadar vuku bulan yirmi sekiz rastlantı senin hak etmiş olduğunun delilidir lakin cevaplaman gereken sorular var. Bizim var olduğunu bildiğimiz tüm alemlerde iki zeynep mücevher vardır. seval olup sevilmek ve nezihe olup sevebilmek. Sonsuza dek var olacaksan sadece bu iki mücevher ile yetinebilecek misin? Bu dünyada sonsuza kadar kalmak bu dünyadan sonsuza kadar geçmekten geçiyor, razı mısın? Hamide olup hamt edebilecek misin?” Feza şaşkındır. Yol boyunca kazanda kaynatılan bir iksir hayal ederek gelmişti lakin şimdi ise karşısında duran ışığı dahi kıskandıracak adama karşı ne düşüneceğini bilememektedir. Eğer her şeyden vaz geçmek bu nura erişmekle sonuçlanacaksa vaz geçerim diye düşünür ve “razıyım” der.
“Peki o zaman” diye devam eder bilge. “Tuba adında bir ağaç vardır. Kökleri bu dünyada gövdesi ise cennettedir. Alt üst bu ağacın gövdesi aşağıda kökü yukarıdadır. İnsanlar nedense cenneti hep yukarıda felekte bir yerde tasfir ederler lakin tamu da uçmak da bu kabuğun içindedir. Bu reçete cennettedir ve cennetin yolu da tubadadır”.
“Yani ölümsüz olmak için ölmek mi gerekir? Ölmeden cennete nasıl gidilebilir, bu nasıl mümkündür?” diye araya girer Feza. “Evet, ölüm ile barışmadan yaşamanın farkına varamazsın ve tadının çıkaramazsın” diye yanıtlar bilge. “Yani özünde sadece ölümü tanıyanlar yaşar, diğerleri sadece doğar ve ölür. Ölümsüz olmaksa bir bedenden fazlası olabilmektir”
Bilge sözlerini şöyle tamamlar “ve tek cennet öldükten sonra gidilen değildir. Bu dünyada da birden çok cennet vardır. En kolay bulunanı ise bir kadının tebessümündeki cennettir. Ha eğer sen illaki tasvirine uygun, görüp algılayabileceğin bir cennet arıyorsan bu gezegende o da mevcut. Bahriye’ye git”.