Retkinia

SÜVEYDA

Ersin Niyaz

11/19/202417 min read

24 Eylül günü gelip çattığında yıllardır onu otelden otele taşıyan emektar valiz içinde birkaç parça eşya ile Milas havaalanında Enter Air’ın ENT7322 sefer sayılı uçağına yüklenmek üzere bir palet üzerinde kayboldu.

O uçak bulutların altına inip yeryüzü tekrar görülür olduğunda Mustafa’yı ışıklı bir şehir karşılıyordu. Mustafa sadece uçağın o küçük camından giderek yakınlaşmakta ve büyümekte olan soğuk şehre bakıyordu. Bir şekilde bir yabancı olarak gelip bir şehre tepeden bakmak daha iyi açıklıyordu insana, öteki olmayı.

İnişten sonra hayatının ilk pasaport kontrolünden geçti. O sorgulayan, yargılayan ve hüküm giydiren bakışlarla ilk defa karşılaştı. O gün de Mustafa’daki o her şeyi aleni yaşamanın rahatlığı rahatsız edecekti o sorgucu insanları. Elinde kimlik sorma yetkisi olanlar istiyorlar ki sakladığınız bir şeyler olsun, sırlarınız olsun, göz teması kuramayın, hep korkun, ‘Ya ülkeye almazlarsa’ endişesi olsun içinizde. O zaman kendilerini bir halt zannediyor, egoları okşanıyordu. Ve önemli hissediyorlardı kendilerini. O yüzden defalarca insanın yüzüne bakıyorlar, defalarca pasaporta. Her seferinde, bir üst yetkiliyi çağırıyorlar, sanki terör şüphesi varmışçasına.

Mustafa pasaporttan sonraki kısma daha iyi çalışmıştı. Önceki dört uçak seyahati, prosedürler ve rutinler konusunda onu eğitmişti. Havaalanı tabelalarını takip etmeyi de az çok öğrenmişti. Valizini alacağı bölümü ve paleti bulması uzun sürmedi. Valizi alıp çıkış kapısına doğru yöneldiğinde ilk defa “Ya karşılamaya gelmediyse, bir aksilik olduysa” sorusunu kendine sordu. Sonra kendine sövdü, bu resmen tedbirsiz bir hareketti ki o cebinde B planları ile gezen bir adamdı. Ama bunları düşünürken çoktan çıkışa gelmişti ve o gül endamıyla tam karşısında bekliyordu. Koşup boynuna atlaması o öfkeyi bir yel gibi önüne katıp, alıp götürmüştü. Mustafa’nın karşısında mütevazi bir çift duruyordu. Annesi Doris ve üvey babası Olek.

Bu arada Kalina halen boşanamamıştı. Boşanmaya çalıştığı kişinin mahkemede zorluk çıkardığını, girdiği her duruşmadan sonra Mustafa’ya detayları ile anlatıyordu. Mustafa etik olarak sadece durumun Kalina tarafında bitmiş ve karşı tarafa açıkça deklare edilmiş olmasını önemsiyordu, bu yüzden bu konunun uzaması Mustafa’yı rahatsız etmiyordu. Mustafa ilişkilerinde devletin fikrini ya da yargısını pek umursamazdı. Manen başlar ve manen biterdi onun için.

İlk görüşte annesi adına bir yargı sahip olmak mümkün değildi. O an özelinde mutlu olduğu kesin olarak yüzüne vuruyordu ama duruşundan, tavrından ya da tutumundan genel karakteri hakkında fikir sahibi olunabilmesi pek de mümkün değildi. Ellilerinin başında, kısa kızıl saçlı, bakımlı bir kadın karşısında duruyordu. Biraz utangaç ve sıkılgan bir tarafı da vardı. Babası ise daha “Hoş geldin” dercesine bir gülümseme ile karşılamıştı Mustafa’yı. Kalina’nın anlattığı olaylardaki adama pek benzemiyordu. İlk bakışta annesinden yaşça çok daha büyük olduğu dikkat çekiyordu. Ama hiçbir şüpheye veya kuşkuya yer bırakmayacak kadar cana yakın ve misafirperverce karşılamıştı Mustafa’yı Olek. 80’ine yaklaşmış bir adamın İngilizce bilmediği, Mustafa ile direkt olarak konuşamadığı, “Hoş geldin” diyemediği için kendisine kızan bir adam. Bu sıcak karşılamayı kesen bıçak gibi bir soğukla yüzleşti daha sonra, havaalanının dışına çıkınca Mustafa. Oysa daha eylül ayıydı, geldiği yerde daha insanlar kerevetlerde yorgansız uyuyorlardı. Mustafa’nın ceketine rağmen titrediğini gördüklerinde adımların arası daha da açıldı, arabaya bir an önce ulaşabilmek için.

Mustafa yolculukları sevmezdi. O yüzden arabaya bindiğinde mümkün olan en kısa sürede uykuya dalmak sıradan bir alışkanlığıydı. Bir istisna durum dışında. Eğer gittiği yerde daha önce bulunmamışsa mesafenin ne kadar uzun olduğu ya da ne kadar yorgun olduğunun bir önemi yoktu. O durumda uyumazdı. Uyuyamazdı. Daha önce bulunmadığınız bir yerde anılarınız yoktur, anılarınızın olmadığı yerler sizin değildir. Mustafa devlet tapularına değer vermezdi, gerçek tapular anılardı onun için, insanı oraya ait kılan. Mustafa da ait olmadığı bir yere gitmeyi sevmezdi, o yüzden seyyahlık onun tabiatına aykırıydı. Lakin o gün o arabada istemsizce uyuya kaldı. Gözünü açtığında otomatik açılan metalik kırmızı mı kahverengi mi olduğunu tam anlayamadığı bahçe kapısını görüyordu. Bahçeye girdiklerinde Kalina’nın “Sen bekle, köpek” ikazı ile onay gelene kadar arabada bekledi Mustafa. Yaklaşık bir dakika sonra annesinin seslenmesine istinaden Kalina “Tamam” dedi ve Mustafa arabadan indi. Uyku sersemi nerde olduğunu bilmeksizin çok tanıdık bir koku karşıladı onu. O kokuyu duymayalı neredeyse on beş sene olmuştu ama daha dün duymuş gibi taptazeydi zihninde. O kadar bildik ve tanıdıktı ki sanki fırından yeni çıkmış ekmek kokusu, sanki günlük hayatın bir parçası. Sanki yağmur sonrası toprak. Yeni bir yere ya da meskene ilk defa gittiğinizde mekânı olduğundan farklı görünür, renkler daha mat gelir insana ve her mekân ilk gelene aynı kokar. ‘Yalnızlığın kokusu!’ Her mekân ilk gelene yalnızlık kokar! Lakin yeni insanlara merhaba deyince, yeni insanlar tanıdıkça insan o kokuyu duymamaya başlar. Bazı durumlardaysa sadece alışır insan o kokuya. Evinde köpek besleyenlerin hayvanın konusuna alıştığı gibi. İşte bu gibi durumlarda birkaç günlüğüne o ortamdan uzaklaşmak her şeyi başa döndürür. Tekrar aynı mekâna döndüğünüzde o mat renk, o koku gene ordadır ve ilk onlar karşılar geleni. İşte bu aynı çukura ikinci kere düşmektir ve bir çukura iki kere düşen bir daha o çukuru sevemez, kendisini o çukura ait hissedemez.

Tabi o gün o kokuyu duyduğunda Mustafa ne bunun farkındaydı ne de böyle bir bilgisi vardı. Hatta o kokuyu ilk duyduğu mekânın onda bıraktıkları hakkında hiçbir fikri de yoktu. Bunu zaman içinde keşfedecekti Mustafa. O kokuyu ilk duyuşu yolunun Aydın’a ilk düştüğü zamana denk geliyordu. Daha sonraları üç kere daha buna benzer deneyimi olsa da üçü de askerlikteydi. Ve orada hiç ikinci kere aynı mekâna dönmeyi tecrübe etmedi. Oraya ait olup olmadığını hiç bilmeyecekti.

O koku ile çıktı arabadan. Önce ayağına Kalina’nın defalarca fotoğraflarını gönderdiği köpekleri dolaştı. Edi, bir golden retriever. Sarı uzun tüylü, oyun oynamak için dizayn edilmiş cüsseli bir köpek. Lucy ise dişi ismi taşıyan erkek bir shi tzu. Köpek görünümlü bir kedi demek bu köpeği bir cümle ile açıklamak için fazla bile. Evin içinde köpek beslemek, sadece köpek sahibi olmak için köpek edinmek vs. konular, Mustafa’nın gelmeden önce üzerinde çokça düşündüğü ve belli yargılar geliştirdiği şeylerdi. Ona saçma geliyordu. İnsan ve hayvan ilişkisi simbiyotik bir ilişki olmalıydı ve hiçbir işe yaramayan bir köpeği evde besleyip pisliğini temizlemek mantık ile açıklayamadığı bir noktaydı. Tabi bunda o güne kadar sahip olduğu köpeklerin bireysel yeteneklerinin olması, çiftçi bir ailenin çocuğu olduğu için etrafındaki havanların hepsinin bir amaç için edinilmiş olması önemli etkenlerdi. Ama bu konuda çok da katı olmamaya karar vermişti Mustafa. Kalina köpeklerini seviyordu ve Mustafa da “onun için evin içindeki köpekleri tolere edebilirim” diye düşünüyordu. Geçen zamanda golden ile ağır aksak bir ilişki kursa da shi tzu ile nötr bile kalamadı. Bir köpek ancak bu kadar kedi karakterli ve itici olabilirdi. Ve çok sonraları keşfetti, aslında şehirdeki köpeklerin çoğu bir amaca hizmet etmekteydi, ilişki sapına kadar simbiyotikti; Kalina gibi insanlar için insanı sevmek çok zahmetli, bir insanın sevgisine layık kalmak ise imkansızdı. Bu sebeple sevgisel açlık bu köpeklerle dolduruluyordu.

Arabadan çıkıp kafasını kaldırdığında iki katlı bir villanın önünde buldu kendini. Valizini arabadan aldı ve içeri davet edildi. Zaten gece geç bir saatten eve ulaşabilmişlerdi. Herkes yorgundu, ama hemen odaya çekilip uyumanın kabalık olacağının düşündüklerinden önce mutfak masasında birer fincan çay içildi. Sonra ihtiyarlar müsaade isteyerek odalarına çekildiler. Ancak o zaman fırsat bulabildiler Kalina ile el ele tutuşup göz göze gelmeye. Daha sonrasında onlar da odaya çekildi. O arada Kalina Mustafa’dan yersiz yere özür diliyordu. Ailesi havalimanında karşılamak istemiş, Mustafa’nın fikrini soramamış, onu ilk gece evlerinde misafir etmek istemişler, bunu da soramamış, aslında o direkt onun dairesine gitmek istiyormuş vesaire. Oysa Mustafa halinden gayet memnundu. Çocukluğundan beri yaşıtı arkadaşı pek olmamıştı Mustafa’nın. O hep babasıyla gezer onun arkadaşları ile sohbet ederdi. Bir sebebi de odur ava çıkmayı sevmesinin, köyün gençleri ava çıkmayı sevmezlerdi. O bir orta yaş ve üzeri aktivitesi gibiydi. Bu sayede Mustafa tüm pazar günlerini 50-60 yaşlarında adamlarla geçiriyordu. Hatta onu o kadar sever, sayarlardı ki onun istekleri asla geri çevrilmezdi. Tabi Kalina bunları bilmediği için yaşlı insanların Mustafa’yı sıkabileceğini düşünüp gereksiz bir endişeye kapılmıştı. Mustafa daha ilk akşamdan uzunca konuşarak anlattı, öyle bir yapısının olmadığını.

Ertesi günü kalktıklarında nerde olduğunu daha gerçek olarak fark etti Mustafa. Odanın penceresinden dışarı bakınca ormanın içinde olduğunu anlamak zor olmadı. Evin doğu tarafına bakan bir odada uyumuşlardı ve evin bu tarafı çite birkaç metre uzaktaydı. Çitin hemen dışı ise huş ve çam ağaçları karışımı bir ormandı. Buradaki ağaçlar Egedekilerden çok farklıydı. Güya ikisi de çam ama buradakiler alabildiğine uzun ve kozalakları çok küçük ağaçlardı ve sadece gövdeden ibaretti, sadece tepe noktalarında ince dallar vardı. Yani bu çamlar Egede gördüğü kızıl çam ve kara çam gibi değildi. Kalina küçük bir turla evin geri kalanını ve bahçeyi gösterdi. Ev “L” şeklinde inşa edilmiş iki katı bir binaydı. Evi gezdirirken Kalina’nın içinde övünme olmayan, basit cümlelerle konuşmaya çalışması biraz komikti aslında. Ev, ekonomik değerinden bağımsız olarak tek kelime ile güzeldi. Sakin hayatı seven, gürültüden haz almayan, doğayla barışık birisi için mükemmel bir lokasyondu. Ve ev elektrik hariç dışa bağımlı değildi. Ütopik denebilecek kadar güzeldi. Mustafa’nın minimalist bir görüş benimsemesi bu gerçekleri değiştirmezdi. Arka bahçesinde küçük bir yüzme havuzu ve girişin sağ tarafında iki arabalık bir garaj, içinde envaa-i çeşit alet edevat olan iki baraka ve bir halı sahadan daha büyük boş bir alan vardı. Havuzun olduğu kısmın daha arkasında ise bir meşe çalılığı ve onun sağında, boş alanın arkasında ise gene o ince uzun çam ağaçlarının oluşturduğu bir çamlık vardı. Onların daha arkasında ise gene çit ile çevrili başka büyük bir çamlık daha vardı.

Garajın yanındaki odunluk bir bahçe teli ile çevrilmişti ve telin içinde kelimenin tam anlamıyla bir canavar vardı. Daha yataktan kalkmadan sesini duymuştu Mustafa, daha önce fotoğrafını da görmüştü ama dişi bir köpeğin o kadar büyük olabileceğini tahmin etmemişti. Kilosu hemen hemen Mustafa’ya eşit olan bu hayvana hayran olmamak mümkün değildi. Fiona, dişi bir mastiff, boz renkli kısa tüyleri olan, sarkık yanaklı ve siyah suratlı bir fila brasileiro. Köpeklerle uzun zaman geçirdi için reaksiyonlarını anlamak Mustafa için doğal bir şeydi. Hayvan onu gördüğünde havlıyordu ama kafeste olduğu için, saldırma niyeti olmadığı aşikardı. Tabi ki bu çıkarımını o gün Kalina’ya söylemedi. Onlar ailecek köpeğin önceki vukuatlarını bildikleri için tedirginlerdi. Eğer Mustafa uzun süre orada kalırsa bu sorunu nasıl çözeceklerini uzun uzun düşünmüşler ama bir çözüm bulamamışlar.

Mustafa’nın bulunduğu yer Zduńska Wola diye bir şehrin biraz dışına kalan Honedry diye bir köydü. Buradaki köy kavramı ile Türkiye’deki birbirinden son derece uzak kavramlardı. Burada kasabadan ne zaman çıktığını köye ne zaman girdiğinizi ancak tabelaları takip ederek anlaşılabiliyordu. Çizgileri dahi olmayan bir yolun sağına ve soluna inşa edilmiş evler. Tahmini iki kilometre uzunluğunda bir yol. Bütün köy bundan ibaretti. Ve tabi ki yukarıda anlatılan türde villaları barındıran bir köy. Zduńska Wola ise Łódź Voyvodalığına bağlı kırk bin nüfuslu bir şehir.

Sabah hep beraber kahvaltı yaptıktan sonra Kalina’nın yaşadığı şehir, Lodz’a doğru yola çıktılar. Tali yolu andıran tek şerit yollarda yaklaşık bir saat ilerledikten sonra şehre vardılar. Yol boyunca Mustafa’nın dikkatini çeken iki şeyden birsi havsalasının alamayacağı bir düzlük ve diğeri de ormanlardı. Yeşile âşık olmak için çok fazla emek sarf edilmesine gerek yoktu. Eylül ayının sonu olması itibariyle sonbahar yüzünü göstermeye başlasa da halen alabildiğine yeşildi her yer. Bir de yeni ekili tarlalar vardı, yola sağlı solu eşlik eden. Eylül ayında yeni ekilmiş tarla biraz tuhaftı. Sonra Kalina açıkladı, ekim ayından sonra kar başlayınca artık toprağı işlemek mümkün olmuyordu bu coğrafyada. Ömründe ciddi manada hiç kar görmemiş birisinin bu sıradan detayı düşünmemesi anlaşılır olsa da sadece bu örnek dahi alışılan hayatın çok dışında olduğunu anlaması için yeterli olmalıydı Mustafa’ya.

Kalina’nın evine geldiklerinde gördüğü manzara Mustafa’yı çok şaşırtmıştı. Bu tabiri caizse karton kutulara dikdörtgen delikler açılmış ve yan yana dizilmiş gibi gözüken bir illüzyona benziyordu. 15-20 katlı, tamamen aynı plan ile inşa edilmiş renkleri dahi birbirine benzeyen binalar. Retkinia adında bir mahallede komünist dönemde yapılmış, Mustafa’nın doğduğu köydeki tüm nüfusu bir tanesine sığdırabilecek büyüklükte binalar. Kalina bu binalardan birsinin önüne park etti ve harflerle ayrılı girişlerden birisine yöneldiler. Binanın içi bakımsız ve köhne idi. Asansöre bindiler ve asansör üst katlardan birisine doğru çıkmaya başladı. Anın Mustafa’da uyandırdığı his üçüncü sınıf bir polisiye gerilim romanının cinayet anı idi. Lakin daireye girdiklerinde dışardan köhne gözüken bu yapının içine haddince özenildiğini fark etti Mustafa. İki odalı bir dairenin bir odası mutfak ile birleştirilmiş ve geniş mutfaklı bir mesken haline getirilmişti. Kapıdan içeri girince iki metre bir hol, tam karşıda buğulu camdan bir kapısı olan banyo, sağ tarafta açıldığında yatak olarak da kullanılabilen bir Ikea kanepe ile doldurulmuş, arka duvarı cam bir oturma odası, sol tarafta beyaz tema ile dizayn edilmiş bir mutfak ve yemek odası. Ve girişten mutfağa doğru sola döndüğünüzde solunuzda kalan bir yatak odası. İki kişi için her şeyi barındıran bu daire gene de Mustafa’ya iki köpek sahibi olmak için küçük gelmişti. Neticede onun evde köpek besleme gerçeği hakkında pek bir fikri olduğu söylenemezdi. Ama bu dairede tecrübe ettiği şey de sürekli köpeğe basmama çabasıydı.

Mutfak penceresinden bakınca büyük bir kilise gözüküyordu. Yeni bir yere gittiğinde yön duygusunu kaybederdi Mustafa ama bu kilise doğudaydı, güneş her sabah bu kilisenin çan kulesinden doğuyordu.

Birkaç gün sonra sınıfsal, toplumsal ve kültürel, nereden bakarsanız oraya çelebileceğiniz ilk problemlerini yaşadılar. Mustafa için kirlenince temizlenmek manasına gelen yıkanma eylemi Kalina için yatağa gitmeden önce yapılması gereken bir ritüeli. Mustafa bunu o zaman fark etti. İlk günler yolculuk, gezinti vesaire durumlardan sürekli yıkanma ihtiyacı hissetmiş ve bilinçsizce onun bu ritüeline katılmıştı. Lakin hiç dışarıya çıkmadığı o gün buna ihtiyaç olmadığını varsayarak direkt olarak yatağa gitti ve haliyle Kalina’nın “Yıkanmayacak mısın?” sorusu ile karşılaştı “Gerek var mı?” dediğinde ise “Yıkanmadan yatağa giremezsin” cevabı ile karşılaştı. Mustafa “o zaman ben salonda yatayım” dedi. Mustafa bunu -benim alışkanlıklarıma göre duş almamı gerektirecek bir durum yok ama senin alışkanlıklarına göre böyle bir gereksinim varsa farklı yerlerde yatmak bu sorunu çözer- manası ile ‘aynı yatağın/hayatın insanı mıyız?’ demeye getirmişti. Ama Kalina bunu -yıkanmaktansa salonda yatarım- gibi yüzeysel bir alanda kabul etti. Bu da aslında tüm ilişkinin özeti idi. Geri kalan zamanda bütün olaylar, tartışmalar ve kavgalar hep bu eksende gerçekleşecekti. Ama başlarken insan toleransı hat safhaya çıkartıyordu. Evet, yatmadan önce duş almak gayet anlaşılabilir bir istekti ve tolere edilebilirdi, ama konulara bakış açısı bir karakter yansımasıydı ve bu yansıma tolere edilemeyecek konularda da kendisini aynı şekilde gösterecekti. İlişkinin daha taze olması ve ikisinin de bu ilişkiyi gerçekten istemesinden ötürü bu gibi sorunları kolaylıkla halı altına süpürüp, sorunu çözdükleri illüzyonuna kendilerini inandırabiliyorlardı. En azından bu örnek onlara bunu yapabileceklerini göstermişti. Ki geçen kırk beş günlük zaman diliminde buna benzer herhangi bir başka sorun da yaşanmadı. Genel olarak gündüz Kalina işe gidiyordu, Mustafa evde iki köpekle vakit geçiriyordu. Gezme kültürüne sahip olmadığından, sosyalleşmenin onun için ekstra çaba gerektiren bir eylem olmasından ve merak etmeyen bir yapısı olmasından dolayı tek başına herhangi bir aktiviteye niyet dahi etmedi. Dili bilmediği için içine kapanıklığı iki ile çarpılıyordu. Ekmek alması gerekse dahi normal fırına değil süpermarkete gidiyordu. Çünkü fırında bir diyalog kurması gerekirken markette istediği ürünü alıp ücreti ödeyerek işin halledebiliyordu. Bu tarafını sevdiğinden değil ama öyle rahat hissediyordu. Hal böyle olunca da yaptıkları aktiviteler, ki bu aktiviteler genelde şehrin değişik noktalarını görme, sadece Kalina’nın fikirlerinden ibaretti. Başka birisi olsa tüm günü internette araştırıp sonra gidip görerek zamanı değerlendirebilirdi. Lodz şehri buna çok müsait bir şehirdi. Mesela Avrupa şehirlerinde en uzun cadde olan Piotrkowska Lodz şehrinin merkezindeydi. Bu caddede dünyanın yuvarlak olduğunu gözlemlemek mümkün gibi gözüküyordu, çünkü bir yerden sonra cadde bitiyor gibi gözüküyordu. O kadar uzun ve düz ki bir yerde binalar yol ile birleşip ufuk hattı görüntüsü oluşturuyordu. Ama Mustafa ait hissetmediği ortamları keşfetme heyecanına hiç sahip olmadı, bu duygu onu hiç ziyaret etmedi. O yüzden günü evde köpeklerle geçiriyordu. Bunu yapmak için mükemmel bir ekonomik motivasyonu da vardı.

Kalina hukuk fakültesi bitirmesine rağmen bir Fransız enerji firmasında yönetici asistanı olarak çalışıyordu. Yaptığı işten zevk aldığını anlamak için onunla iş hakkında birkaç dakika sohbet etmek yeterli olurdu. Bu arada sohbetlerin büyük bir bölümü Mustafa’nın Polonya’da ne iş yapabileceği üzerine idi. Yapılması gereken çıkıp ne iş yapabileceğini araştırmaktı ama Mustafa’nın yaptığı akşama kadar evde oturup internetten dahi araştırmadan sadece Kalina’nın söylediklerine itimat etmekti. O da kendinden çok emin, sadece İngilizceyle şehirdeki restoranlarda iş bulabileceğinden bahsediyordu. Mustafa da onun o emin tavrında bir hayır olduğuna inanarak konunun çantada keklik olduğuna inanıp zaten daha zaman da var diyerek pek de önemsememişti. Yaptığı tam olarak aracın yakıt lambası yandıktan sonra “nasılsa ileride daha vardır” diyerek istasyonları es geçmekti. Ama yaptığı bu hatayı görmesi uzun zaman alacaktı. Çok sonra kendi öz eleştirisini yaptığında bunun bariz hata olduğunu kabul edecekti ama o gün bu sıradan bir ertelemeydi.

Hafta sonlarında ise istisnasız Kalina’nın ailesinin yanına gidiyorlardı, bu zaten söylediğine göre Kalina’nın normal rutini idi. Daha önce Mustafa Türkiye’deyken yazışmalarından da bunu biliyordu. Ailesinin Mustafa’ya karşı olan sıcak tutumu onu da onlarla zaman geçirmek için motive ediyordu. En az bir Türk aile kadar misafirperverlerdi. Çok kolay etkilenebiliyorlardı. Mustafa’nın Fiona ile olan sorunu daha ikinci hafta sonunda çözmesi onu ev ahalisinin gözünde başka bir yere koymuştu. Oysa tek yaptığı içgüdülerine güvenerek köpeği bırakmalarını istemekti. Ki korkularından zaten ağzına maske takıp bir de zincirle tutmuşlardı. Lakin köpeğin tek yaptığı gelip Mustafa’nın önünde durarak başını okşamasını talep etmek olmuştu. Bu hayvanların maskülen karakterlere kolayca itaat ettiklerini öğrenmişti Mustafa sonraları, Mustafa fark etmeden hayvana sadece “patron benim” demişti. Ama bu aile için bir özgüven işareti oldu ve o özgüven saygıyı beraberinde getirdi. Zaten annesi sık sık Mustafa’nın Kalina’ya bakarken daha farklı baktığını, ona verdiği değeri gözle görebildiğini söylüyordu.

Evet, artık Kalina Mustafa için hayatının geri kalınını birlikte yaşamaya kesin olarak karar verdiği kadındı. Mustafa artık aşk denen içi boş defteri kapatmıştı ama geçen bir buçuk yılda Kalina’ya karşı bambaşka ve tarifsiz bir saygıyı ve sevgiyi bilinçle oluşturmuştu. Bu o klasik hormonların beyinde oluşturduğu dopamin endeksli aşk zırvasından çok daha başka ve öte bir şeydi. Ona baktığında artık hayatımın geri kalanını görüyordu. Kalina Mustafa’dan iki yaş büyüktü ama Mustafa ondan önce öleceğini öngörüyordu ve ölürken yanında onu isteyecekti. Her baktığında ona o gözle bakıyordu. Çevreye karşı duyarsız olmasının bir sebebi de buydu. Mustafa Kalina için oradaydı, bu gerçek haricindekiler detaydı ve teferruattı. Hayatının geri kalanına dair planlarını bu doğrultuda yapmaya başladı. Artık kesin olarak Türkiye’den taşınmaya karar vermişti. Çünkü Türkiye’de ne Mustafa’nın yaptığı iş bir aileye bakabilecek kazancı ona sağlıyordu, ne çalışma saatleri bir aile hayatına uygundu ne de Kalina mevcut kazancına yakın bir işi orada bulabilirdi. Mustafa zaten Bodrum’da da çalışsa yurtdışına da çıksa ailesini en fazla 6 ayda bir görüyordu. O yüzden mantıklı olan onun taşınması ve Kalina’nın düzenine adapte olmasıydı. Ki zaten Kalina da ziyaretinin başından beri her konuda, her yürüyüşte, Mustafa’ya izah ettiği her detayda Polonya’da yaşamanın Mustafa için mümkün olduğuna onu ikna etmeye çalışır gibiydi.

Mustafa için ikna olmak çok da zor olmadı. Evet, sıfıra geri dönüp tekrar gelecekti. Yeni bir ülkeye taşınmak resmen anasından yeniden doğmaya eşdeğerdi. Yürüme ve konuşma dahil her şeyi sil baştan öğrenmek gerekti. Yeni bir damak tadına alışması, yeni bir iklime kendini adapte etmesi ve hiç tanımadığı insanlara kapılarını açması gerekti. Buna rağmen hiç düşünmeden ikna oldu. Sonrasında çok düştü, konuşmayı ise hiç öğrenemedi.

Mustafa Türkiye’de yaklaşık on yaz sezonu otellerde çalıştı. Binlerce insanla tanıştı. Jade gibi onu yurtdışına davet eden samimi arkadaşlıkları oldu. Niyeti dışarıda yaşamak olsaydı o bunu çok önce, refah durumu çok daha iyi bir ülkeye giderek gerçekleştirebilirdi. Lakin yaşadığı vasat hayat onu hep tatmin etti. Hiç dışarı çıkma hayali olmadı. O kendi ülkesinde hiç ezik hissetmedi. Hiç fakir edebiyatı da yapmadı. Ama o günün şartları ona öyle bir teklifle geldi ki düşünmeye gerek yoktu. Ona Kalina kadar değer verecek başka bir kadının çıkmayacağından o gün için emindi. O da onun kendisine verdiği değere hiç hayalini kurmadığı, zihninde kendisine bile yabancı bir yolculuğa hiç düşünmeden “Evet” diyerek karşılık verdi. Bu yüzdendi belki de uzunca bir süre sudan çıkmış balık gibi aptal olması.