Sergüzeşt
SÜVEYDA
Ersin Niyaz
10/30/20249 min read


Süveyda
“Koğuş kalk!”
Mustafa bu sesle irkilerek uyandı, dışarıdaki soğuk havaya meydan okurcasına yanan kaloriferin ısıttığı koğuşta. Lakin bu son uyanışıydı burada, o sebepten dilinin ucuna kadar gelen sinkaflı serzenişi haylaz bir tebessümle yuttu söylemeden. Ayaklarını ranzadan aşağı salladı ve son kez düşündü, yere nasıl basacağını. Ayaklarını onu taşımaya nasıl ikna edeceğini.
4 Şubat 2011. Yedi günlük dağıtım izni hesaba dahil edilmezse tamı tamına dört yüz otuz iki gün geçmişti. Her bir saati sayılan her biri birbirinin aynısı şizofren günler. Azaldıkça uzayan, sona yaklaşıldığında aylara hatta yıla denk düşebilecek kadar uzun günler. Bunlar öyle zamanlar ki özlemeyi unutur insan ya da annesinin yaptığı, o en sevdiği yemeğin tadını. Lakin “sayılı gün geçer” klişesinin en iyi vücut bulduğu yerdi asker ocağı. Sayarsın ve geçer. Sanılır ki hayattaki en zor tecrübe artık deneyimlenmiştir, artık hayat kolunu arkandan büküp sana istediğini yaptıramaz. Sonuçta artık yirmi yıllık bir borç kapanmıştır, cebinde taşıdığın kimliğin son taksiti ödenmiştir. Son bir günü saymazsak tabi. O gün de yirmi dört atıp bitirdi görevini Mustafa. Söke Jandarma Karakolu’nda kendisine verilen son görev buydu, yirmi dört devriyesi. Devreleri şafağın bitmesine haftalar varken görevden düşüp aylak aylak gün sayarken Mustafa’nın hesabına son dakikaya kadar devriye düşmüştü. Ama ne gam, bitti.
2 Aralık 2009’da başlamıştı askerlik denen sergüzeşt. Nasıl bir ironidir bilinemez ama hayat, ne zaman onu tecrübenin ateşi ile pişirme kararı alsa kendini Aydın’da buldu. İki kere yolu düştü bu şehre, iki kere eğildi yaşken. Yaş gelip kuru döndüğünü sandığı iki ağır görgü. Daha doğrusu ağır sanıyor insan içinde yaşarken, sonra fark ediyor mecburiyetin o dayanılmaz hafifliğini.
Bu Mustafa’nın yolunun Aydın’a ilk düşüşü değildi. İlkine de sıra gelir elbet ama biz daha yakından, ikinciden başlayalım anlatmaya.
2009 senesinde, iki yıllık yüksek okul macerasının beşinci senesinde, Mustafa’dan bir halt olmayacağını fark eden devletin “vatandaşlığın son taksitini öde” manasına gelen celp kağıdına takiben, tez vakitte ‘avret yerlerime mi bakacaklar’ kaygısıyla önce askerlik şubesine sonra sağlık ocağına gitmişti. Gözüne bakmışlar ve “tamam” demişlerdi, “askerliğe elverişli” oysa dişlerine baksalar bu kadar kesin konuşamazlardı. Hele daha sonraları ortaya çıkacak olan ve doğduğundan beri taşıdığı iki diğer sağlık kusuru bu kesin kanıyı hepten tartışmaya açacak seviyedeydi.
89/4 (seksen dokuza dört) devre bu. Kütük Muğla/Milas, acemi birliği Aydın Merkez. Duyanların düşüncesi “vay ballı pezevenk, kesin torpil yaptırdı.” İlk burada öğrendi kalbi temiz tutmanın önemini ve çevresindeki kimsenin kalbinin temiz olmadığını. Mustafa ise hiç sevinmemiş, hiç önem atfetmemişti sistemin onu evden bir buçuk saat uzak bir birliğe göndermesini ve o birlikten çıkanların sadece deniz kenarında Turizm Jandarma olmasını. Çünkü birileri evinden çok uzaklara, terör bölgelerine komando olmak için gönderiliyordu. Ve o birilerinin bazıları ölecekti. Öldü. Birileri ölecek ama bu ben değilim diye sevinemezdi, sevinmedi.
Askerlik katıksız bir ölüm duygusu olarak gelmişti Mustafa’ya, üniformaları ölüm kokar ve ölmeyi öğretir gibiydi insana. Daha üniformayı giymeden, hem de birliğe bile teslim olmadan. Ölmeye birlikten önce teslim oluyordu insan. Ege’de bir dağ köyünün ananesi bunu gerektiriyordu. Bütün köy ile bir daha görüşmemek üzere vedalaştı yola koyulmadan. Helallik istendi ve haklar helal edildi. Askerlik bittiğinde o ölmemişti ama hakkını helal ettiklerinden bazıları artık bu dünyada değildi ve bazı edemedikleri de. Çünkü adettendi, askere gitmek için yola çıkana ve bu yolculuğun ilk kapısı olarak hâlleşmeye gelene 5-10 lira yardım edilirdi, o da helal edilmek kaydıyla. Toplum mozaiğinde pinti rengi boyayanlar kapılarını o günlerde kapatırlardı. Mustafa kapısına gittiğinde de kapısını açmayanlar olmuştu haliyle. O askerden geldiğinde ise sarı dikenler kaplamıştı yolları, kapılar bir daha açılmamak üzere kapamıştı. Bu da en büyük ders olurdu anlayana. Gidenler dönse dahi kalanlar kalmaz yerinde, sen ölmeye gittiğini sanırsın ama bekleyen de ölür bazı zamanlarda.
Mustafa valizini toplayınca yağmur yağardı hep. Su gibi gider, su gibi dönerdi. O gün de öyle oldu. Bütün köy meydana toplanınca indi sağanak. Ev ev dolaşıp öptüğü elleri bir de meydanda yağmur altında öptü. En dost bildikleri aldı götürdü onu Aydın’a. Durmuş ve Samet.
İlki kadar acıtmadı eve geri dönenlerin arkasından bakmak. Ve “peygamber ocağına hoş geldin yavrum” dedi bir rütbeli. İtiraf etmek gerekirse şaşırmıştı Mustafa. Böyle bir nezaket beklemiyordu. Girişte bir süre revirdeki -ilaçlanma yeter sayısına- ulaşana kadar bekletildikten sonra aynı rütbeli Mustafa’nın şaşkınlığını fark etmiş olacak ki “sıraya geçin lan” diyerek durumu stabil özüne döndürdü. Çocuklarını teslim olmaya getiren ailelerin önündeki tiyatronun bittiğini fark ettiğinde iki yüzlülüğün vücut bulmuş halini gördü. Daha sonraları fark etti ki bu en iyi askerde görülürdü. Bir yıldız üstünün altındaki kediler bir yıldız altının üstünde aslan kesilirlerdi. Bu sadece rütbeliler için geçerli bir kaide değildi. Tek farkı üç ay önce birliğe katılmış olmak olan birisi gece alt devreyi uykusundan uyandırıp tuvalet temizletebilir ve tek farkı birliğe altı ay önce katılmak olan birisi de zevk için üç ay önce gelene eziyet edebilirdi. Zorbalığın kronik bir kusur olduğu bu yerin adına peygamber ocağı denir ama dinin yapı taşı olan ne vicdan ne merhamet bu ocakta tütmezdi. Ve bu tecrübeler öğretirdi liyakatin ve vicdanın önemini. İlk günlerin notu günlüğe şöyle düşülmüştü Mustafa tarafından;
“Aslında hayat bizden üst devredir ve hayatın ettiği eziyete göğüs gerebilmeyi askerde öğrenir er kişi. Şimdi anlıyorum neden askerliğini yapmayana kız vermezler eskiler. Bu eski moda bir adettir çünkü askerlik insanı hayatın eziyetine hazırlar.”
Eziyeti eden hayat ise sorun yoktu, askerlik daha ilk günden hazırlamaya başlamıştı Mustafa’yı. Peki ya eziyeti eden hayat değil de hayat arkadaşı ise? Gardı hep düşük kalacaktı. Bilmiyordu.
Mustafa o sıraya girdi. Revirde, arkadan ansızın gelen üç iğne darbesi, bol gelen kamuflajlar, sabah 5:00 kalk, topraklı ıspanak, izmarit topla, uygun adım, bar tut. 28 gün böyle geçti. Yirmi sekiz gündür bütün iradesini teslim etmiş bir şekilde ne deniyorsa yapıyordu Mustafa ne denilirse de yapacaktı. “Öl” denilirse ölecekti. Ama devlet inanmıyordu, 10 yaşında, yapıca iri bir çocuk gibi “yemin et!” dedi Devlet. “Yemin et!”.
Lakin 75 gün burası için çok fazla, Turizm Jandarma Mustafa için herhangi bir anlam ifade etmeyen bir kavramdı. O da meslekçi olmaya karar verdi. Bunu duyan herkes delirdiğini düşündü. Turizm Jandarması olmak demek, Çanakkale – Mersin sahil hattında askerliği bitirme garantisi demekti. Oysa meslekçi olmak demek ülkenin herhangi bir yerine gitmek anlamına geliyordu. Lakin Mustafa ne ilk ihtimale bir değer atfetti ne de ikinciden çekindi.
Yemin edildikten sonraki akşam usta birliklerinin açıklanacağı o an geldiğinde amfide ölümün sessizliği vardı. Sırayla herkesin adı ve yeni adresi okundu. Sevinenler sevincini bıyık altı tebessümlere sakladı da kurada harp sahalarına çıkanlar korkuyu saklayamadı. Mustafa’dan bir önce adı okunan Hüseyin’e Sason dedi Astsubay. O gün öğrendi Mustafa, Batman’da öyle bir ilçe olduğunu ve sorgulamaya mahal yoktu tehlikeli mi diye, zira Hüseyin çoktan pişmandı meslekçi yazdığına ve ağlıyordu. Mustafa’dan sonra adı okunan diğer Hüseyin ise topyekûn bahtsızdı. Astsubay “Yüksekova” derken sesi titriyordu. O da ağladı haliyle. Mustafa’ya “Manavgat – Side Çolaklı Özel Eğitim Merkez Komutanlığı” dedi. Bazılarına göre gene dört ayak üstüne düşmüştü. Mustafa’ysa sadece -acaba özel eğitip oradan nereye gönderecekler- diye düşündü. Otelmiş, gidince gördü.
Tek düze, birbirinin aynısı günlerden oluşan 11 ay geçti Çolaklı’da. Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma şiirinde “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” diye bahsettiği efendileri gördü orda. Astsubay eşlerini toplayıp “burada olmayı bizim eşlerimiz süngülerle savaşarak hak etti. Yiyin hanımlar çekinmeyin.” diyen albay eşini gördü. Ve aynı eş inşa edilen açık hava oturma alanının zemininin çim olma fikrini beğenmeyince “Faruk, fayans olsa daha mı iyi olurdu?” dediğinde daha kadın tam kararını vermeden “kaldırın toprağı, fayans olacak!” emrini vererek iki kamyon toprağı 10 kg’lık yoğurt kovaları ile geri yükleten Faruk Albay’ı gördü orda. Ve de Ender’i.
Ender kendisine ayrı bir paragraf açmayı hak edecek kadar bencil, insanlık nasibinden payına düşeni almamış birisiydi. İki anı kendisini anlatmaya yetecektir. İlki; Ender Üsteğmen daha Mustafa’nın birliğe teslim olduğu ilk gün yeni katılanları içtimaaya alıp tek tek tanışmıştı. Sıra Mustafa’ya geldiğinde Mustafa, sağ eli dört parmak bitişik, baş parmak de ele bitişik, baş parmak ucu şahadet parmağın ikinci boğumu üzerine ve el hafifçe bükük avuç içi yere dönük ve cepheden görünmeyecek şekilde sağ kaşın hizasında şapkanın güneşliği kenarına gelecek surette sertçe kaldırdı.
“Mustafa Nazik – Muğla. Emret komutanım!”
“Mesleğin ne Muğlalı?”
“Barmenim komutanım.”
“Barmen, Muğlalı” diye mırıldanıp küçük bir es verdikten sonra “Seni yazım Muğlalı” dedi ve yanındaki askere geçti.
Sonraları duyulan ve doğruluğu asla teyit edilemeyen ama asker arasında efsaneleşmiş bir söylentiye göre tezkeresini alan Aydınlı barmen bir asker bunun kız arkadaşı ile gitmiş. Egelilere ve barmenlere olan öfkesinin sebebi bu hadiseymiş. Ortada geçerli bir sebep yokken, ikinci hadise olarak vukuu bulan olay buna ispat niteliğindeydi. Dağıtım izninden sonra birliğe geç katıldığı gerekçesiyle disiplin koğuşu olarak adlandırılan ceza evine göndererek yedi günlüğüne cezalandırıldı Mustafa. O ise birliğe acemi birliğinden verilen evrakta yazılı olan tarihte teslim olmuştum. Ama bu evrak Ender için geçerli değildi. Bu hadisenin açıklanabilir başka bir izahı yoktu.
Askerlikte geçen zaman genel olarak birbirini tekrar eden günlerden ibaretti. Sürenin uzun olması, bölgenin turistlik, dolayısıyla pahalı olmasının etkileri kendisini kısa sürede gösterdi. Çünkü devlet askerine bağladığı maaştan konaklama, gıda ve bilahare yaşamsal ihtiyaçların tutarını düştükten sonra kalan 17 Türk lirasını hesaba yatırıyordu. Haliyle o para ile çarşı izninin sadece gidiş yol masrafı karşılandığı için tutar askere pek bir anlam ifade etmiyordu. Bu, 16 yaşından o zamana çalışan ve aileden para isteme mefhumu olmayan birisi için ciddi sorun demekti. Askerliğin öncesinde ise başarısız ve savruk bir öğrencilik vardı. Türkiye standartlarında bu şartlarda birikimden söz edilemezdi. İşin özeti askerliğin yegâne öğretisi Ender gibi makam ve güç sahibi fakat karakter yoksunu adamlara “evet efendim” derken umursamamanın yanı sıra para kazanılamayan zamanlar olduğu ve bu zamanların ciddi planlama gerektiği tecrübesi idi. Bu tecrübe çok sonra aynı tecrübeye sahip olmayanlarla ciddi ayrılıklara yol açsa da Mustafa bunun yerinde bir öğreti olduğu kanısındaydı.
Hiç mi iyi insan yoktu? Tabi ki vardı. Tek tek isim saymak mümkün olmasa da Okan, Mertan ve otuz altı kişilik ekipte yirmi küsur sevgili ile başlayandan sevgilisi ile tezkereyi gören tek adam Halil. Ki bu büyük bir başarıdır bekleyen kadın adına. Daha önce denildiği gibi -aslında bekleyen ölür- Mustafa’nın sevgilisi kendisini bir ankesörlü telefonda “Mustafa her şey bitti, artık seni bekleyemem. Beni bir daha arama” sözleri ile 60’ıncı günde öldürmüştü mesela.
Yaz sezonu bitip bu askeri işletme faaliyetini durdurunca tezkereye 60 gün kala ekibe “size ihtiyaç kalmadı tekrar dağıtacağız” dediler. Tabiri caizse kullanılıp dağıtılmışlardı. Mustafa hala dört ayağının üzerindeydi, gene Aydın Merkez çıkmıştı. Gidip son birliğine teslim olduğunda “burada sana ihtiyacımız yok, seni ilçeye göndereceğiz” dediler. İlçeye gönderdiler, ilçe de kasabaya gönderecekti ama eve mesafe yarım saate düşeceği için “kal burada, sana bir görev uydururuz” demişlerdi.
Böyle geldi bu ana, son kez kalktı koğuş. Kahvaltı bile yapmadan sabah devriyesinden kendisini otogara bırakmasını rica etti, Mehmet Uzman ile o kadar hukuku vardı. Elini kolunu sallayarak, orduya dair her şeyi askeriyede bırakarak, sadece iki kare fotoğraf ve bir terhis belgesi ile çıktı dönüş yoluna. Eni konu bir saatti zaten ama ayrılık ne kadar uzakta olduğunu umursamıyordu, geçen zamandı ayrılığı zor kılan ve dört yüz gün olmuştu annesini görmeyeli, babasının eski hikayelerine katıla katıla gülmeyeli. Özlemek zaten kayıp bir hadise olsa da Mustafa için özlendiğini bilmek de zora sokuyordu işleri.