Serüvenin İlk Hikayesi

Çıkmak üzere olduğum bu yolculuğunun nasıl başladığını anlatan bir hikaye. İnsanın yaşadığını hissetmesine vesile olacak her duyguyu sonuna kadar hissedeceğiniz bu hayal aleminde anlatılanlar kendi hikayenizmiş gibi gerçek hisedeceksiniz. Hazırsanız başlayalım.

HIKAYE

Ersin Niyaz

10/3/20247 min read

Dedenin toruna hikayeleri
Dedenin toruna hikayeleri

Ersin ile Niyaz

Kadim Budun’un Anadolu’ya göçünden çok zaman sonra; artık insanların şehre yerleştiği ve yaylaklarını unutmaya yüz tuttuğu zamanlardı. İhtiyar yörük Niyaz içindeki eski geleneğe kaşı koyamadığından mı yoksa elli yıllık karısının dırdırından kaçmak istediğinden mi bilinmez yaz mevsimi geldiğinde halen köyden yaylaya kaçardı.

Mayıs ayı geldiğinde tasını tarağını toplar, yükünü eşeğine yükler Aslan dediği köpeğini de peşine takar koyulurdu yola. Bir kat döşek, bir yorgan, bir iki de çanak çömlek. Fazla bir yükü olmazdı. Zaten ihtiyar eşek bundan fazlasını da taşımazdı. O yaz başında hazırlıklara başlayınca torunu Ersin yapıştı paçasına “ben de gideceğim” diye. Dedesi “gece korkarsın, sıkılırsın” gibi bahanelerle vaz geçirmeye çalışsa da çocuk inadı işte. Ersin vaz geçecek gibi değildi.

“Akrep var oralarda, gece seni sokar. Sen de beni günaha sokarsın” dedi Niyaz.

“Akrep burda da var, sokacaksa burda da sokar” diye çıkıştı hemen yerden bitme.

Son çare “baban izin vermez” dedi Niyaz. Ama Ersin o işi çoktan halletmişti. İzini daha dedesinin paçasına yapışmadan almıştı. Babası bir gece kalıp korkunca ertesi günü gelir diye hiç ikiletmeden vermişti izni. Hal böyle olunca el mecbur zaten yükü ağır olan eşeğin semerine bir de torununu oturtup kendisi yaya, koyuldu yola.

Yol uzundu. Niyaz’ın yaylası yaylağın en sonundaydı. Sonrası kızıl çam ormanı. Sonrası karşı köyün yaylağı. Mayıs ayının sıcağı vakit geçtikçe kendini hissettirse de yol yaylaya yaklaştıkça hava da serine çalıyordu. Niyaz dışarıdan homurdanıyor gibi gözükse de mutluydu. Yekünde on bir torunu olsa da en çok Ersin’i sever onu diğerlerinden ayrı tutardı. Zaten aynı bahçeyi paylaşan iki müstakil evde yaşadıklarından en çok gördüğü torunları da Ersin ve ablasıydı. Hal böyle olunca en çok kahrını Ersin çeker, her ayak işine o koşardı. Tabi her zaman da angaryayı taşıyacak değil ya; Niyaz’ın gençlik yıllarından kalma sekiz pilli emektar radyosunu “tamir edeceğim” diye bulduğu bir tornavida ile bir daha bir araya gelemeyecek şekilde parçalayıp bozan da Ersin’di. Saman alevi gibi bir öfkeyle kızsa da zaten miladı dolmuş radyoya çok da içerlememişti aslında.

Niyaz elinde bastonu uzun yolu ağır aksak yürürken bir yandan da torununun bu fırlamalıklarını düşünüp tebessüm ededursun Ersin eşeğin semerinde hiç durmadan konuşuyor dedesi ile yapacaklarını anlatıyordu. Büyük planları vardı. Kerevetin yakınıdaki meşe ağacına ağaç ev yapacaktı mesela. Bir tahtası bile yoktu ama olsun, neye gam; onun kafasında evin bir fotoğrafı vardı ve evi yapmak için bu yeterliydi.

Dağlık’a vardıklarında vakit arık kuşluğu geçmiş öğleye doğru yaklaşmıştı. Daha eşeğin yükünü indirmeden “ben acıktım” dedi Ersin.

“Haspinallah bulduk başımıza rast külahı, kaybetmezsek” diye homurdandı Niyaz. Eşeğin heybesindeki çıkından bir parça bazlama koparıp eline tutuşturdu torununun. O eşeğin yükünü indirirken Ersin elinde kuru ekmek çoktan suyun başına doğru seyirtmişti.

O gün akşam nasıl oldu bilemediler. Etraftaki yabani otları temizle, eşyaları yerleştir, geçen güzden beri kullanılmayan taş ocağı elden geçir derken akşam olmuş, güneş batmaya yüz tutmuştu bile. Evden getirdikleri yemeği yiyip bulaşığı da yıkayınca o güne dair yapılacaklar listesinin tamamı bitmişti. Gündüz tamir ettikleri ocakta yaktıkları ilk ateşle demledikleri çayın keyfini çıkarmanın vaktiydi. O anda unuttukları ilk şeyi de fark ettiler. Yanlarına küçük bir radyo almışlardı ama pilleri almayı es geçmişti Niyaz. Yapacak bir şey yoktu. Uyuyana kadar Ersin’in bütün sorularına cevap verilecekti. Tam o sırada Ersin “dede, akrepler gece gezer mi” diye sordu. Niyaz birden kafasında çakan şimşekle “hay aklınla bin yaşa” dedi ve kerevetten aşağı indi. Akrep çıkmasın diye kerevetin dört direğine ve kerevetin dibinde kurulu olduğu dut ağacının gövdesine pırçevre naylon sarması gerekiyordu. Bu gece gezen akreplerin kerevete çıkamaması için en etkili çözümdü.

Ersin yukarıdan bir taraftan dedesini izlerken diğer yandan da gecenin çökmesiyle değişen sesleri dinliyordu. Cır cır öten bir ses, her biri değişik sesler çıkartan ağaçlar, karşı köyün yaylağından gelen ve birbirine karışan birkaç radyo sesi ve birbirini bastırmak isteyen iki eşek anırması.

Ersin “bu eşekler nerde” diye sordu dedesine.

Niyaz “bak karşıki dağın yamacında ışıkları görünen bir köy var, orada” dedi.

Ersin’in buna inanası gelmemişti. Işıklar çok uzaktaydı. Oldukları yerden bağırsa oradan kimse duymazdı. Ama o eşekleri duyabiliyordu. O sırada dedesi işini bitirip tekrar kerevete çıkmıştı. Tam o anda ötmeye başlayan Yusufçu Kuşu Ersin’in dikkatinin hepsini bir anda toplayıverdi. Niyaz bunu fark edince hem torunu biraz mutlu olsun hem vakit geçsin diye bir hikaye uydurmaya kadar verdi.

“Öten kuşun ne olduğunu biliyor musun” diye sordu torununa.

Kafasını olabildiğine geri kanırtarak “cık” dedi Ersin.

“O zaman gel sana Yusufçu Kuşunun kadim bilgiye nasıl vakıf olduğunu anlatayım. Ama önce döşeği serelim, hava kırçı üşüme” dedi Niyaz. Sonra oturduğu yerde sırtını dayadığı döşeği açıp üstüne yorganı serdi. Torunu ile birlikte yorganın altına girip yorganı göğsüne kadar çekti. Dedesinin koltuğunun altına sığınan Ersin’in sadece kafası yorganın dışında kalmış. Küp gibi ağır yorganın altında kıpırdamak bile kolay değildi ama üşüdüğünü de sıcak yere girince fark etmişti. Can kulağı ile dedesini dinlemeye hazır, gözlerini dut ağacının yapraklarının arasında gözüken yıldızlara dikmiş öylece sus pus bekliyordu.

Niyaz anlatmaya Başladı:

“Zamanın çok eski bir yerinde dünya üstünde daha insan yokken Ülgen, Akana’dan bir insan var etmesini istemiş. Akana da bu isteği geri çevirmemiş. Kendi varlığından bir çamur karıp güneşin ışığı işe pişirmiş ve insanı var etmiş. Ama Ülgen’in umduğu bu değilmiş. Akana’nın var ettiği insan görünüş olarak Ülgen’e benzese da bir hayvan gibi davranıyormuş. Bunun üzerine Ülgen insanın başına bir köpeği bekçi bırakıp Ruh aramaya gitmiş.

Ülgen’in yarattığı insanı gören Tamu’nun bekçisi Erlik kibrinden insanın kendisine hizmet etmesini istemiş. İnsanın yalnız olmasını da fırsat bilerek gidip ona hükmetmeye karar vermiş. İnsanın başındaki bekçiyi de “sana altın bir kürk vereceğim” diyerek kandırmış. Olanı biteni gören Yusufçu Kuşu gidip Ülgen’e durumu anlatmış. Ahvali öğrenen Ülgen hiddetle geri dönmüş. Ülgen’in geldiğini gören Erlik kaçmadan önce haset ile tükürüp insanı kirletmiş.

Geldiğinde alaca pislik içinde bulduğu insan ile ne yapacağını bilemeyen Ülgen’e Yusufçu Kuşu insanın dışını içine çevirmesini akıl vermiş. Bu fikri hoş bulan Ülgen de insanın dışını içine çevirmiş. O günden sonra insanın alacası içine saklanmış ve görünmemiş.

Bu hadiseden sonra Ülgen görevini yapmayan köpeğe “dünya var oldukça kapı bekleyeceksin, artık yemekle doyacaksın ve dışarda yatacaksın” demiş. Yusufçu Kuşuna da bilginin anahtarını vermiş. O günden beri insanın kaderini bilir yarınını görür olmuş Yusufçu Kuşu.”

Niyaz hikayeyi bitirdiğinde Ersin çoktan uykudaydı. O da torununun başını okşayıp usulca yorganın altına iyice yerleşti.

Sabah olmadan ötmeye başlayan karşı yaylanın horozları hava aydınlanınca anca uyandırabilmişti dede ile torunu. Niyaz, Ersin’e “sen git su getir ben de ateşi yakayım” diye günün ilk talimatını verip döşeği toplamaya koyuldu. Kerevetten atlayıp ayağına terlikleri geçiren Ersin doğruca suyun başına gitti. Aslan da onunlaydı. Suyun başında köpekle oynamaya dalıp gecikince dedesinin seslendiğini duydu. Hortumdan akan suyla dolmuş, taşan su kabını alıp tekrar geri fırladı. Kerevete geldiğinde dedesi çoktan ateşi yakmış yumurtaları da kımıştı. Yumurtaların kaskatı piştiğini görünce “ben böyle yemem” dedi. Yersin - yemezsin diye başlayan iki çocuğun kavgası Ersin’in “ben gidiyorum” diyerek ortadan kaybolmasıyla sonlandı.

Dedesi biraz somurtup geleceğini varsaydığında üstelememişti ama Ersin çoktan yola koyulmuştu bile. Eşek sırtında bir saatte geldiği yolun ne kadar uzun olduğunu farkettiğinde ne yaylaya yakındı ne de eve. Ama geri dönmedi.

Eve geldiğinde herkesin yüzünü bir şakınlık aldı. İşin aslını öğrenince de bir kahkaha. Sonra da dedesi merak eder diye bir endişe. Babası ata binip kucağına da Ersin’i aldığı gibi yaylaya yola koyuldu. Varınca biraz “çocukla niye çocuk oluyorsun” diye babasına sitem edip, bir çay içip geri köye dönecekken Niyaz “tamam bundan sonra yumurtayı sert pişirmeyiz” deyip torununun gönlünü aldı ve Ersin babası ile köye dönmekten vaz geçti.

O yaz, o yaylada onlarca hikaye dinledi dedesinden. Yüzlercesini kendisi uydurdu. Elbisesine bir iğne yuğdalayınca o insana hizmet eden Alkarısı Cinini, şapkası çıkınca görünür olan Çorları, tefinin üstüne binip uçan Şamanları ve daha nicelerini o yaz öğrendi.

Ve yazdı... çok sonra.